Okyanusa Doğan Güneş – 1. BÖLÜM

 

Güneş doğduğunda yastığımızın altına sakladığımız gerçekler de çıkardı ortaya. Günün belirli saatlerinde aklımıza gelir, duygularımızla oynardı. Bir yandan da duygularımızın olduğunu bize hatırlatırdı. Bugün de güneş doğmuştu ama benim yastığımın altı ışık geçirmeyen bir boşluktu. Yorgundum. Kendi boşluğumu taşıyamayacak kadar yorgun olduğum için işi yastığıma yüklemiştim. Şimdi ise kalan son sorumluluğumu yapmak için hazırlanıyordum. Bitirmek. Her şeyi yalnız başıma bitirmek. İnsanların başlattığı savaşa zorla katılmış, zorla mücadele etmek zorunda kalmıştım. Ama şimdi ipler benim elimdeydi. Kendim için bütün mücadelemi bitirecektim. Ve şunu biliyordum ki ölmek için kalbinizin durmasına, nefesinizin kesilmesine gerek yoktu. Eğer umudunuzu üstünüze çöken yıldızların arkasında kaybettiyseniz, güneşi görmeyi istemiyorsanız zaten ölmüşsünüz demekti.

Benim ölmem için ise birkaç adım kalmıştı. Nefes alacaktım, kan pompalayacaktı kalbim. Pencerem ışık görecekti, evimin kaloriferleri yanacak, tüm salıncaklar çocuk gülüşmelerine tanık olacaktı. Fakat ben, ben olarak kalmayacaktım. Artık apartman boşluğunun güneşi görmeyen kısmında kuş sesleri beklemeyecektim. En önemlisi umut beni tamamen yalnız bırakacaktı. Ölecektim. Yaşayacaktım ama ölecektim. Çünkü zaten yeterince ölüydüm. Yeterince sallamıştım kalbimi beynimin içindeki boşlukta. Kafamdaki sonbahar yapraklarının arasından gelen isyanları bastıramayacaktım, içten içe haklı olduklarını bilecektim ama en azından hayatımda yalnızca bir kere de olsa kendi istediğime ulaşacaktım.

Yataktan kalktığımda perde, açık kalan pencereden özgürlüğünü ilan ediyordu. Bardaktaki su devrilmişti ve yavaş yavaş halısı olmayan evimin zeminine dökülüyordu. Banyonun ışığı ve musluğu açıktı. Ev sahibim vefat etmişti. Evi kimseye bırakamayacak kadar yalnızdı. Bense iki günde bir ihtiyacım olduğu için yemek yiyordum. Bir süre sonra açlıktan öleceğimi bilmesem onu bile yemezdim.

Islanmış parkeye basarak pencerenin yanına geldim ve perdenin sıkışmasını önemsemeden pencereyi kapattım. Üzerimde askılı ve şorttan başka bir şey yoktu. Kış ayındaydık, ev ısınmıyordu ama içimin yangını beni ısıtıyordu. Ya da üşümeyi umursamayacak kadar değişmiştim. Değiştiğimin farkında olsam da bu değişimi puanlayamazdım. Belki de yalnızca olması gerektiği gibi davranıyordum. Sadece eskiden gerçekleri görmek istemiyordum.

Dolabıma gitmek için yine ıslanmış parkenin üzerinden geçmek zorundaydım. Ayağıma dolanan onca şey gibi su da ayağımın kaymasına sebep oldu. Sırtımı çarptığım komodindeki bardak yere düştü ve parçalara ayrıldı. Çoğu parça elimin altındaydı ama hareket etmek pek sağlıklı görünmüyordu. Boşlukta yürümeyi başarmış bir insan olarak sağlıklı işler pek bana göre değildi zaten. Başparmağıma batan birkaç parça cam parçası hariç pek hasar almamıştım. Fakat fazlasıyla yıkılmıştım.

Ayağa kalktım ve şortumu çıkarmadan üzerime siyah pantolonumu geçirdim. Ardından askılımı umursamadan kısa kollu, şişme yeleği giydim ve fermuarını çektim. Ruhumun yalnız kalmaması için bedenimin de bir hastalığa ihtiyacı vardı ve soğuk; ruhumun dostu, bedenimin düşmanıydı. Ruhum için bedenimin her zerresini feda edebilirdi.

Sanki kalbimin okyanusunda bir denizkızının güzelliği ve bir balığın aşkı savaşıyordu. Her zaman olduğu gibi benim tarafımdan olmayan kalbim denizkızına yardım ediyordu. Sanki küçük balığı kaybettikleri ile birlikte kabul etmeyecekmişim gibi…

Esen rüzgâr çıplak kollarımı işgal edip okyanusta dev dalgalar doğurduğunda denizkızı yalpaladı. Küçük aptal balık çırpınıyor, son savaşını bitirmek için yol alıyordu. Yalnız, yapayalnızdı o yolda. Ona eşlik etmek istedim. Güneşi okyanusa doğurmak, yıldızların yansıması yerine gerçeklerini indirmek istedim. Koştum ve kışın sessizliğindeki caddenin ortasındaki yola attım kendimi. Trafik ışıklarının altındaki beyaz şeritler küçük bedenim tarafından kapatılmıştı. Saçlarım yola dağılmış ve kar taneleri ile süslenmeye başlamıştı. Bense balığın galibiyetini kutluyordum. Gözlerimi kapattım ve altımdaki yolun titreyişini izledim. Okyanus ise bu hisle beraber küçük balığın üzerine devrildi. Ben de yerimden ayrılmadım. Kar tanelerini delen araba ani bir frenle tam yanımda durdu. Gölgesini üzerimde hissedebiliyordum. Keşke, dedim kendi kendime. Keşke birkaç santimetre daha yakına yatsaydım.

Arabanın kapısı açıldı ama ben hala gözlerimi açmıyordum. Kapının kapanma sesinin ardından bir başka açılma sesi geldi. ‘’Acele et geliyorlar!’’ diye bağırdı kalın olmayan bir ses. O sırada kolum tutuldu ve tek hamlede ayağa kaldırıldım. ‘’Manyak! Ne diye duruyorsun yolun ortasında!’’

‘’Kaçıyordum,’’ dedim. Gözlerimi ilk defa o an açtım. Karşımda dikkatimi çeken ilk şey mor gözaltları oldu. Benimkilerden daha beter görünüyorlardı. Uzun kirpikleri vardı ve gözaltlarını gizlemek ister gibi gölge düşürüyordu yüzüne. Okyanusuma beklediğim yıldızları gözlerine saklamıştı sanki.

‘’Neden kaçıyorsun?’’ Her sözünün ardında boş yolu kontrol ediyordu. Arada arkadaşına kaş göz işareti yapıyor sonra tekrar bana dönüyordu. ‘’Fazla geldim biraz kendime, okyanusum taşıyordu. Ondan kaçıyordum.’’

‘’Eğer bana yardımcı olursan söz veriyorum kaçmana yardım edeceğim.’’ Ellerini omuzlarıma koyduğunda gözlerimi kıstım. Çıplak kollarımı hissetmesem de ellerinin varlığını hissedebiliyordum.

‘’Ne yapacağım?’’ İlgili görünmek istemiyordum fakat buna engel olamıyordum. Sanırım okyanus çoktan taşmış, balık beni terk etmişti. Bıraktıkları boşluğu doldurmak için yeni gözyaşlarına ve yeni yaşanmışlıklara ihtiyacım vardı.

‘’Kahretsin!’’ Omuzlarımdaki ellerini sinirle sıktı. ‘’Geliyorlar, acele etmemiz gerek. Şimdi biz geçeceğiz ve sen yolun ortasında bize yaptığın gibi yatıp onları durduracaksın. Ben geri geleceğim. Tamam mı?’’

İnanmadım. Gelmezdi, biliyordum. Ama gülümseyerek kafamı salladım ve geçmelerini bekledim. Arkadaki araba hızını artırırken kendimi yolun ortasına bıraktım tekrar. Gelmeyecekti, gelmeyecekti, gelmeyecekti…

Dediği gibi olmuştu. Adamlar arabayı durdurmuş ve telaşla yanıma gelmişlerdi. Gözlerimi kapatmış ve vücudumu rahat bırakmıştım. Kendi kendilerine bela okuyorlar, yanıma yaklaşamıyorlardı. Ölmediğimi görmek iki adımını alırdı ama öldüğümü anlamak için zihnimin içine girmesi gerekiyordu. Acemi oldukları çok belliydi. O sırada biri cesaretlendi ve ayaklarımdan tutup yol boyu sürükledi beni. Kaldırım kenarına geldiğimizde sırtıma batan yüksekliğe karşı tepki vermedim ama canım acımıştı. Toprakta sürtünen ve cam tarafından kesilmiş elim de, ruhum kadar olmasa da, yanıyordu.

Uzaklaştıklarında bekledim biraz. Ama beklediğim gözaltları morarmış o oğlan değildi. Gittiklerinden emin olmak istedim. Beklediğim kişinin gelmeyeceğini bildiğim için tek başıma kaçmaya devam edecektim. Beklerdim aslında. Ama yelkovana kavuşmayı beceremeyen akrep gibi kalırdım ortada. Zinciri kopan bir salıncak, fotoğrafı çekilmeyen bir manzara, kanat çırpmayı bilmeyen bir kelebek gibi…

Güneş de beni terk ettiğinde caddeden yalnızca on üç tane araba geçmişti. Çoğu yalnız otuz yedi ayrı insan, yere düşen milyonlarca kar tanesi geçti gözümün önünden. Kulağıma rüzgârın sesleri takıldı. Araba kornaları ve insan gülüşmeleri duydum. Duymadığım tek şey onun sesi, görmediğim tek şey morun en güzel tonu olan o gözaltlarıydı.

Oturduğum yerden ilk defa hareket ederken kafama kapattığım kapüşonu açtım. Arkamı döndüm ve evimin yanan ışıklarına baktım. Görüşümü kesen şey uzun boylu birinin kafası oldu. Sokak lambasının altında duran oğlan bugün gördüğüm oğlanın ta kendisiydi. Tek fark onun gözaltları mor değildi. Onun aksine yüzünde bir gülümsemesi vardı.

‘’Evet, sana yalan söyledi,’’ dedi bilmiş bir sesle. Bunu ben de fark etmiştim zaten. Fakat garip olan bunu söyleyip karşımda olmasıydı.

‘’Ama buradasın?’’ Bir kere daha güldü.

‘’Geleceğim demişti değil mi? O gelmedi,’’ Haklıydı. Gelmese bile onu bulacağımdan emindim. Neden bilmiyordum, yalnız kaçmaktan yorulmuştum.

‘’Geleceğine inanmamıştım zaten,’’ dedim. Uzun saçlarım yeleğimin içindeydi ve sırtımı gıdıklıyordu. Ellerimi ceplerime attım ve kafamı önüme eğdim. Bu dediğime kim olsa inanmazdı. Burada beklememin iki açıklaması olabilirdi zaten: Evim yoktu veya onu bekliyordum.

‘’Neden buradasın o zaman külkedisi?’’ Yüzümü buruşturdum. Külkedisi mutlu sona ulaşıyordu ve ben mutluluğu sevmezdim. Onun mutluluğunun arkasında da bir gerçek vardı. O muhteşem ayakkabının ona ait olamayacağını düşündükleri için önce ondan başka herkese denettirmişlerdi. Dış görünüşe önem vermeseydi, Prens ayakkabıyı önce ona denettirir, gerçek aşkı bulurdu. Her şey gibi bu da gözümüzü boyuyordu. ‘’Hadi gidelim artık.’’

‘’İsmin ne?’’ diye sordum sessizliğe dayanamayarak. ‘’Eymen,’’ dedi gülerek. Yanıma geldiğinden beri gülümsemesi canımı sıkmıştı. Dişleri bembeyazdı ve gecenin ortasında parlıyordu.

‘’Neden gülüyorsun?’’ Bu soruya alışkınmış gibi gözlerini yumdu ve daha çok güldü. Bu sinir bozucuydu. Ağlamayan insanların duygusuz olmadığı gibi gülen insanlar da mutlu değildi. Mutlu görünmeye çalışan birkaç insandan oluşuyorlardı. Bizse düşüşümüzü gözler önüne seriyorduk. Bazen gülümserdim tabi ama bunun için kalbimden bir miktar feda ederdim.

‘’Çünkü bir yerlerden düşmeye alıştım ve gülmek beni uçurumun kenarına sürüklüyor,’’ derken yüzündeki gülüşü silmemişti. Mimikleri ondan habersiz hareket ediyordu.

‘’Canın yanmıyor mu?’’ diye sorduğumda gülüşünü aldı ve elleriyle beraber cebine sakladı. ‘’Güldüğüm için canım yanmıyor zaten küçük kız, canım yandığı için gülüyorum.’’ Sonrasında ikimiz de sustuk. İkimizin de elleri ceplerindeydi. O küçük yere sözlerimizi, duygularımızı ve bütün yaşamsal faaliyetlerimizi saklamış yürüyorduk. Sonunda bir binanın demir kapısına yöneldi ve benim geçmem için yer açtı. Arkamdan gelmesini beklerken demir kapıyı kendine çektiğini gördüm. ‘’Gelmiyor musun?’’ diye bağırdım kapıyı kapatamadan.

‘’Sonra geleceğim, git sen. Daire numarası yedi. Dikkat et kendine.’’ O an kendimi eksik hissettim. Belki bilmeyi o istememişti ama yanında susarak yürüyebildiğim insanın ismimi bilmesini istedim.

Adımı söylemek için hazırlanırken gittiğini gördüm ve beklemeden yedi numaralı daireye doğru yürüdüm. Beklersem yetmeyecektim kendime, küllerim yanacaktı. İkinci katta gördüğüm numaranın önüne geldim ve kapıyı tıklattım. Kapı açıp kendine doğru çekerken elindeki sigarayı aşağı indirdi. Beni tanımaya çalışır gibi bir hali vardı. Evin içinden gelen sıcak hava ile ürperdim. Sonra elini alnına vurdu ve sigarasından bir kül ayaklarının dibine düştü. ‘’Gelmeyeceğini düşünmüştüm,’’ derken sözünü bitirmesine izin vermeden içeri girdim.

‘’Ama geldim, değil mi?’’ Kapıyı kapattıktan sonra önüme geçti. Onu takip ettim ve kendimi dağınık bir odada buldum. Koltuğun üzerindeki şişeleri sehpanın üzerine koydu ve oraya oturdu. Ben de televizyon ünitesinin önündeki kağıtları çektim ve oraya bağdaş kurdum. ‘’Eee,’’ dedim. Beni dinlemiyormuş gibi bir hali vardı ama konuşmaya devam ettim. ‘’İsmin ne?’’

Cevap vermedi. Birkaç kez daha sordum. Tek yaptığı sigarasını bitirmek ve yeni bir sigara daha yakmak oldu. ‘’Konuşmayacak mısın?’’ dedim en sonunda. Alnındaki elini çekti ve bana baktı.

‘’Artık çocuk değiliz,’’ dedi. Sesini ikinci defa duyuyordum ama sanki bana en tanıdıkmış gibiydi. ‘’Susarak da konuşabiliriz.’’

Sonra sustuk. Saat başlarında dijital saat öttü ama bizden tek bir ses çıkmadı. Sayabildiğim kadarıyla sekiz kere saat sesi geldi. Gözlerimi açmamıştım. Eğer sessizlik ağır gelirse gözyaşlarım taşabilirdi. Çünkü ilk defa sırtımda bu kadar ağır bir yük hissettim. Sessizlik sırtımızdan güç alıyordu.

‘’Çok yoruldum,’’ dedim en sonunda. Evin içi aydınlanmıştı. Güneş, okyanusu terk etmişti demek ki. ‘’Susmaktan yoruldum, lütfen konuş benimle.’’

‘’Adımı mı öğrenmek istiyorsun?’’

‘’Evet!’’ dedim aşırı kaçan bir heyecanla. Gülmüştü sanki biraz. Ama tam duyamamıştım, gözlerimi açmaya da korkmuştum zaten. ‘’Benim adımın ne olmasını isterdin?’’

‘’Özgür olmasını isterdim sanırım.’’

‘’Neden?’’ Benimle konuşması güzeldi. Ne kadar yanında dururdum, ne zaman kaçardım kendimden bilmiyordum ama sessizliğini ayrı, kelimelerini ayrı sevmiştim.

‘’Beni özgürlüğüme kavuşturacağına inanıyorum çünkü,’’ Özgürlük derken ne demek istediğimi anladığı için derin bir iç çekti. Bütün kelimelerimi içine aldı ve aklıma gelen her şeyi süpürdü. Dilim tutuldu, o da bir şey söylemedi ben de. Saat bir kez daha öttü. Birbirimize bakmıyorduk ama baktığımız yerlerde de bir şeyler gördüğümüz söylenemezdi.

‘’Özgürlüğe inanma,’’ Saat onuncu kez öttüğünde ben özgürlüğe değil onun götüreceği yola inanmaya başlamıştım. ‘’Her şeyini kaybetmeden özgür olamazsın. Kaybetmekten korkmadığın hiçbir şey kalmadan özgür olamazsın. İşte bu yüzden insanoğlu hiçbir zaman özgür olamayacak.’’

Neyi kaybetmekten korkuyordum ben? Kendimi mi? Son zamanlarda kendimde bile değildim ama başka seçeneğim yoktu. ‘’Bu yüzden adım Özgür olamaz. Adım Miran.’’

Saat 09.00 olmuştu. Son kez öttüğünde on bir kez saymıştım. On bir kez sessizlik tarafından parçalanmış, on bir kez özgür kalamamıştık. Kalbimiz on bir kez durmuştu. Ve biz on bir kez yaşamak için kalbinizin atmasının gereksiz olduğunu kanıtlamıştık.

Ne zaman uyuduğumu hatırlamıyordum ama gözlerimi açtığımda saat öğleni geçmişti. Miran yoktu ama mutfaktan sesler geliyordu. ‘’Miran,’’ diye seslendim yattığım yerden kalkarken. Ses vermedi. Ben de sesleri takip ettim ve mutfağa girdim.  ‘’Bir yere gittin mi ben uyurken?’’ Kafasını iki yana salladı ve ocağın altını kapattı.

‘’Otur.’’ dedi her zamanki ciddiyetiyle. ‘’Kaçmak mı istiyorsun?’’ Dirseklerimi masaya yasladım ve yalnızca kafamı sallamakla yetindim. ‘’Benimle mi kaçmak istiyorsun?’’ dedi. Hayır, onunla kaçmak istemiyordum. O, ölmek için fazla güzeldi.

‘’Hayır, sadece…’’ Cümlemin devamını getiremedim ama onun anladığını biliyordum. Ben bile anlayamamışken o anlamıştı. Ölüm, onu hak etmiyordu ama yaşamın da aşağı kalır yanı yoktu aslında.

‘’Beklemeye zamanın var mı?’’ Ne kadar bekleyecektim? Bir saat mi, bir yıl mı yoksa bir ömür mü? ‘’Neden ki?’’ diye sordum.

Duvarda asılı duran takvime baktı önce. 26 Şubat. ‘’Yirmi dört gün. Benim için yirmi dört gün bekler misin?’’ Beklerdim. Yine yalan söylese de, yine sussa da beklerdim. Cevap vermedim. O yine anladı. Güneş batmaya başladığında biz hala susuyorduk. O bir şeyleri bekliyordu bense onu bekliyordum. İçeriden saatin uzun melodisi geldi. Saat on iki olmuştu. ‘’Yirmi üç gün kaldı.’’ dedi ve ayağa kalktı.

Yirmi üç gün sonra gökyüzünün son yağmurunu oluşturacak, farklı yerlere akacaktık. Birer yıldız olacak farklı insanların dileklerine tanık olacaktık. Aynı sokakta, farklı çocukları mutlu edecek iki uçurtma olacaktık. Ayrı iki balon olacaktık. Ben balon bağlamasını bilmeyen bir astım hastasının eline düşerken o gökyüzünün sınırlarını zorlayacaktı.

Onu görmeyeli tam bir hafta olduğunda takvime baktım tekrar. Çekip aldım onun olmadığı bir tarihi daha. Ne çabuk alışmıştım geçen iki küçük günde ona? Birlikte kaçacaktık kendimizden, ondandı bu arayışım. Saat hala gece yarısını geçmemişti ama on altı gün kalmıştı. Ne Eymen uğradı eve ne de Miran. Balkona bile adım atmadım. Ya mutfakta ya da salonda bekliyordum. Yapacağım derse yapmazdı ama giderken geleceğim dememişti. Geleceğim deseydi bilirdim gelmeyeceğini. Gelecekti biliyorum. Belki kaçışımı sonlandırdıktan sonra belki daha öncesinde. Beni son kez görecekti. Kaçtığım yerde de olsa gelecekti.

Alışkın olduğum dijital saatin sesi ve turuncu ışığı düşüncelerimi duyuyormuş gibi bir kez daha öttü. Aynı anda kapı da çaldı. On beş gün kalmıştı. Kapıyı açtığımda karşımda Miran’ı beklediğim için şaşırmadım. Gözlerini zar zor açıyordu. Bir şey sormadım ben de.

‘’Uyumadın mı ben yokken?’’

‘’Yok. Sabah olmasını bekledim gelir de kapıyı açamazsan diye. Sonra da anahtarı kapıya bıraktım zaten.’’ Sonra sustuk. Sustuklarımızı sigarasıyla taçlandırdı. Sustuğum zaman hislerimi duyduğunu görüyordum.

‘’Anlatsana bana, sen neden kaçıyorsun?’’ diye sordum. Konuşmayı sevmediğini görebiliyordum ama pek umurumda değildi. Nefes alışverişleri, iç çekişleri, gözlerini kapatışı ve geriye kalan her şeyiyle en ufak bir duygusunu anlamamı sağlıyordu. Susarak konuşmayı öğretmişti bana. ‘’Miran, bir şey soracağım,’’

Cevap vermedi ama nefesini dışarı vererek gözlerini kapattı. ‘’Hani dedin ya çocuk değilsek susarak konuşuruz diye,’’ Varmaya çalıştığım yeri bilmesine rağmen dinledi beni. ‘’Ruhum konuşmuyor ama seni anladığını hissediyorum. Ruhum çocuk değil mi şimdi benim?’’

‘’Senin kalbin kırık dökük İsimsiz, ruhunun farklı bir kalbi yoksa diye söylüyorum; çocukların kalbi kırık dökük olmaz.’’ Yanılıyordu. Ben çocukken parçalanmaktan yok olan kalbim yeni yeni yerine geliyordu. Çocukların da kalbi kırılırdı elbet.

‘’İsmim…’’

‘’Söyleme ismini,’’ dedi konuşmama izin vermeden. ‘’Her şeyin bir zamanı var İsimsiz.’’

‘’Şöyle bir şey yapalım mı?’’ dedim bağırarak. ‘’Yapalım.’’ dedi ben anlatmadan.

‘’On beş günün sonunda eğer ben kaybedersem söyleyeceğim ama sen kaybedersen ismimi asla öğrenemeyeceksin.’’ İsmimi asla öğrenemeyecekti çünkü ben zaten kaybetmiştim. ‘’Kabul,’’ dedi ve serçe parmağını bana uzattı. Şaşkınlıkla parmağımı onun parmağına doladım. ‘’Bu parmaklar ayrıldığında en çok sen kaybedersen adını söyleyeceksin. Çünkü hepimiz biraz kaybettik, fazlasıyla yıkıldık şu hayatta.’’

On beş gün sonra bu parmakların çözüldüğünü düşünemiyordum. Çünkü onun yokluğu ile ona alışmış, parmaklarıyla ona bağlanmıştım.

‘’Şimdi anlat bana, ne var ne yoksa anlat.’’

‘’Anlatacak bir şeyim yok ki benim,’’ dedim kısık bir sesle. ‘’Babam bana sinirlenirken kalp krizi geçirmiş. Annem de hep beni suçlamış, hiç sormamış bir adam çocuğunu niye sevmez diye. Şimdi annem yaşıyor da nefret ediyor benden. On yedi senedir görmüyorum yüzünü.’’

Ona ne olduğunu sormadım. İstese anlatırdı, biliyordum. Dizlerinin üzerine en büyük kanepeye gitti ve üzerindekilerin hepsini yere attı. Kolumdan çekti ufak bedenimi. Kanepeye yattı ve beni kollarının altına aldı. Başımı boynunun tam kıvrımına yerleştirdi ve sımsıkı sarıldı. Kalın giymişti üstünü, boynuna gömülü olan yüzüm yüzünden duyamazdı da sesimi. Ağladım. Bana dönüp kaybettin demesini bekledim. Kaybettin küçük kız, oyun bitti.

‘’Büşra,’’ diye fısıldadı saçlarıma doğru. ‘’Babam sevmezdi ama ben bakmaya kıyamazdım. Çok güzeldi. Hiçbir zaman anlatmadığı bir olay yüzünden tekerlekli sandalyede sürdürürdü hayatını. Bir gün babam…’’ Alnımı yasladığım boynu titredi. Yutkundu ve devam etti sözlerine. Her kelimesinde boğazındaki acıyı hissediyordum. ‘’Kimsenin yüzüne bakmadığı kızın yanından ayrılmıyorsun, mahalleli ne diyor diye kavga etti benimle. Gecenin bir yarısıydı. Aldı eline silahını çıktı dışarı. Gözü dönmüştü tabii. Büşra da tam çaprazımızdaki evde oturuyordu. Açtı bahçe kapısını önce odasının camına sıktı bir kurşun. Sonra tekmeledi kapıyı daha annesi babası uykudan ayılamamışken vurdu Büşra’yı tam kalbinin üzerinden. Annesinin çığlığı tüm mahalleliyi topladı başımıza. Bu sefer herkes Büşra’nın arkasından iltifatlar etti durdu. Bilmiyorlardı tabii Büşra’nın onlar yüzünden öldüğünü.’’ Saat öttü, biz sustuk. Tüm dünya sustu acılarımız için. ‘’En kötüsü de neydi biliyor musun? Babam onu tam solundan vurduğunda kalbim, tabutuna kilitledi kendini. O an anladım beni kalbinde tuttuğunu, kalbini bana adadığını.’’ Art arda yutkunurken ben de onun duyamayacağını bir şekilde fısıldadım ona. Kaybettin Miran.

‘’Kalbin çok acıyor mu şimdi?’’ Bana sarılıyor olmasaydı ağladığımı anlardı. Fakat o zeki biriydi. Şimdi bile ağladığımı biliyor olabilirdi. ‘’Benim bir kalbim mi var sanki?’’ Evet, diye fısıldadım yine. Senin bir kalbin var ve ben şu an acısını bile hissedebiliyorum. ‘’Senin,’’ diye başladı cümlesine. ‘’Senin kalbin acıyor mu?’’

‘’Acımıyor aslında. Sızlıyor sadece. Hafif ama çok derin.’’

‘’Uyuyalım o zaman. Kalbini sızlatanlara uyuyalım.’’ Gözlerimi kapattım. Uyumadan önce son bir nefes verdim. O fark etmeden kazağının üzerinden kalbine bir öpücük bıraktım. Sonra gülümsedim. Uyku yarı ölüm halidir ya, mutlu ölmek gerekir.*

İki haftada acısına kadar alıştığım kişinin yanında uyanmak hayatımda yaşadığım kayda değer tek şeydi sanırım. Bir de küçükken annem yanımdaydı, bir kere saçımı okşamıştı. Bir daha yapar diye umut etmiştim. Yapmadı ama en azından umut etmenin ne kadar boş olduğunu öğrenmiştim.

Bizi yenilgimize yaklaşırken yalnız bırakmayan saat iki kez ötene kadar siyah kazağını izledim öylece. Derin bir iç çekse, gözlerini aralasa, belki de kalbinin ritmi değişse ilmek ilmek ördüğüm bütün düşünceler kaybolacaktı. Şu an bulunduğum yerden tüm dünyayı görüyordum. Öyle konsantre olmuştum ki saçımda dolaşan ellerini hissedemedim bile. Göremiyordum ama gözleri de açılmıştı, biliyordum. Çünkü düşüncelerim kaybolmuştu.

 

*:Cemal Süreya sözü.

(Visited 209 times, 1 visits today)