Okyanusa Doğan Güneş – 2. BÖLÜM

Biz göz göze gelemeden bir kez daha ötse saat; önümüzdeki on dört gün, saniyeyi gösteren ibreye sıkışıp hızla akacaktı. ‘’Ne yapıyorsun?’’

Sorduğum soruyla birlikte çenesini başıma bastırdı. Zamana eşlik eden elleri durdu, zaman durdu. ‘’Bekliyorum ama neyi beklediğimi bilmiyorum.’’

‘’Ben söyleyeyim mi neyi beklediğini?’’ Cevap vermedi. Cevap vermesini de beklemiyordum zaten. ‘’İsmimi öğrenmeyi bekliyorsun.’’

‘’Sence kaybeden sen mi olacaksın?’’

‘’Evet,’’ dedim kendimden emin bir şekilde. ‘’Kaybeden ben olacağım.’’ Birden yattığı yerden kalkınca koltuktan düşmemek için kazağını tuttum. Kendimi yukarı çektim ve yanında oturdum.

‘’Kaybeden sen olmayacaksın Kelebek.’’ Bu gülümsememe sebep olmuştu. Bağdaş kurmuş ve ellerimi önümde birleştirmiştim. Ben ellerime bakarken o bana bakıyordu. ‘’Gamzen mi vardı?’’ diye sorduğunda vermek istediğim ilk tepkiyi verdim ve kaşlarımı çattım. Gamzem mi vardı? ‘’Öyle miymiş?’’

‘’Evet, sol yanağında.’’

‘’Bence haksızlık yapmışlar. Gülmeyi hak eden birilerine vermeliler şu gamze zımbırtısını. Hem sen neden bana kelebek dedin?’’

Aramızda faaliyette olan tek şey nefes alışverişlerimiz ve söylenmek için bir ömür harcanan kelimelerimizdi. ‘’Bilmem,’’ dedi en sonunda. Ben biliyordum.

‘’Kelebekler kaybeder. Kaybedeceğimi kabul ettin değil mi?’’ dedim. Yüzümde tekrar bir gülümseme oluştuğundaysa yanaklarım ağrıdı. Dert binecek bir gamzelerim kalmıştı bir de gamzelerimi keşfeden adam.

‘’Kelebeklerin kaybettiğini nereden çıkardın?’’

‘’Ömürleri bir gün, bunun neresi kazanmak?’’ dedim ellerimi birbirinden ayırarak.

‘’Farkında mısın bilmiyorum ama onlar türlerinin en uzun ömürlerini yaşıyorlar. Beni terk eden umuttan bile daha çok var oldular şu hayatta. Kelebekler kazanır. Kazanacaksın Kelebek.’’

Kazanacak mıydım sahi? Kaybedecektim. O kazanırsın dediği için kaybedecektim. Çünkü o geleceğim de demişti. Üzerimde bir suçluluk hissi vardı. Ona inanmak istediğim için kendimi suçlu hissediyordum. Yanmayan sokak lambasının oluşturduğu karanlıkta bir kadın öldürülmüştü de ben bu senaryoda o sokak lambasıydım sanki. Çalışmayan güvenlik kameralarını suçlamak varken kendimi suçluyordum.

Bu günler, dakikalar nasıl geçer; bu yol nasıl biterdi bilmiyordum. Bir sigara yakmalık, bir iç çekmelik yolculuğumuz bitmek bilmiyordu. ‘’On dört gün,’’ dedim devamını getiremeyerek. Bir çocuk ses tellerimden aşağı atlarken, bir kadın onlardan intihar ipini hazırladı ve ben konuşamadım.

Kafamı omzuna koydum. Biraz rahatsızdı. Bir şey fazlaydı bu omuzlarda. ‘’Bir şey var Miran,’’ dedim.

‘’Kalbimdir,’’ dedi. ‘’Bugün ayrı bir yavaş atıyor. Katran karası zehrinde boğuluyordu en son.’’

‘’Yok, hayır,’’ dedim. ‘’Omuzların,’’ Kafamı döndürdüm ve kirpiklerimi omuzlarına değdirdim. Dallarımdan yapraklar düşecekse sebebi o olsun istiyordum. ‘’Ne var ne yok omuzlarına binmiş.’’

‘’Öyle miymiş? Ben de diyordum bu kalbime batan ne.’’ Dalga geçiyordu aklı sıra ama ciddiydim ben. Kendisinden önce omuzları çökecekti neredeyse. Nasıl kaldırıyordu ki bunca acıyı?

‘’Dua et aklıma bir şey olmamış,’’ Bana kalırsa aklını da kaybetmişti anlamsız bekleyişlerinde. ‘’Sonuçta kaç cesede alışmış zihnim, birkaç omuz düşüren dert için mi delirecek?’’

O sabahtan, belki de geceden, sonra yaptığımız tek şey beklemekti. Perdelerimiz kapalıydı, saat ve takvim hariç her yerle ilgileniyorduk ama yarının son olduğunu biliyorduk. Geçen on üç gün boyunca… On üç gün boyunca tek bir kelime konuşmadık. Durmadan Miran’ın omuzları düşüyordu aklıma.

Onu düşünürken ayak seslerini duyduğumda, derin bir iç çekmek için hazırlanırken bir patlama sesi duydum. Önce kalbimin patlayıp parçalara ayrıldığını sandım ama Miran’ın endişeli sesini duyunca sesin dışarıdan geldiğini anladım.

Dış kapının açılma sesi geldiğinde üzerimde Miran’ın kazağı ve eşofmanıyla peşinden çıktım. Her zaman acılarımıza saygı gösteren mahalle çığlık çığlığa içindekileri kusuyordu. Bulutların pes edişi kulaklarıma ilişiyordu. Binanın kapısını açtığımdaysa uzaktan bakmakla yetinen kalabalığı gördüm önce. Sonra önümdeki Miran’ı itekleyip yerde yatan kadına baktım.

Bir şimşek çaktı. Zihnimde mi yoksa gökyüzünde mi olduğunu kestiremedim. Bir yanardağ patladı, gözlerim alevlerini dışarı belli etti mi yoksa içimde mi yaşadı her şeyi, karar veremedim. Tam alnından vurulan annemi o alevlerin arasına gömdüm ve sessizliği dinledim. Yine o alıştığım mahalle ve sessizliği.

‘’Anne,’’ dedim büyük bir beklentiyle. Beklediğim şey gözlerini açması ve koşarak bana sarılması değildi; beklediğim şey bana bağırması veya hakaret etmesiydi. Bu sessizlik iyi değildi.

Bir anda dizlerimin üzerine çöküp annemin yanına doğru ilerlediğimde bütün kalabalık zihnime doluştu. Her şeyin arasından anlamını görebildiğim tek şey beni mahvediyordu. Hepsi senin suçun.

‘’Anne, özür dilerim,’’ Soğukkanlılığım beni bile korkutuyordu ama hiçbir şekilde sesim titremiyordu. Sonbahar bitmişti içimde. Kış gelmişti ve titremesi gereken kuru yapraklar bile yoktu artık. ‘’Anne özür dilerim, kaybeden ben oldum.’’ diye fısıldadım kimsenin duymayacağı bir şekilde.

Beklediğim o saatler boyunca kulaklarım turuncu, dijital saatimizin her saat başı duyduğumuz sesini aradı. Onun yanı sıra yanaklarım da gözyaşlarımla ıslanmayı bekled,. Piyanonun siyah tuşlarının arasına sıkışmış bir notadaydı belki gözyaşlarım. Keman tellerinin arasında, bir boya tuvalinin siyahtan daha koyu olan bir boyasının içinde… Gözyaşlarım her yerdeydi ama yanaklarım kuruydu.

Sonunda aradığımı bulduğumu zannettiğimde Miran kaldırdı beni. ‘’Burada kaybedemezsin Küçük Kelebek.’’ Annemi orada bırakıp Miran’ı takip ettiğimde içimi bir pişmanlık duygusu doldurdu. Her zaman yaptığımı yapıp onu yalnız bırakmıştım. Bütün suçun bende olduğunu kabul ediyordum ve kabulleniş, kaybetmenin aksine gözyaşlarımı ikna edebilecek kadar güçlüydü.

Kapının önüne geldiğimizde kolumu Miran’ın elinden kurtarmadan yere, dizlerimin üzerine düştüm. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. ‘’Kaybettim işte,’’ dedim. Oyun bitmişti ve bizim parmaklarımız ayrılıyordu. ‘’Oyun bitti Miran,’’ dedim ağlarken. Gözyaşlarım bir romanın harflerinden düşüyordu sanki.

Miran elini kolumdan çekip elime getirdi. Serçe parmağımı tuttu ve duvara yaslandı. Kolumu çekmeye çalıştıkça daha da sıkıyordu. ‘’Bırak artık! Oyun bitti Miran!’’ Bağırmamla binada birkaç kişinin kapısı açıldı. Miran beni bırakmazken elimi yumruk yaptım ve kapıya vurdum. Defalarca kez yumrukladım ama rahatlamadım.

Parmağımı bırakmayan Miran ise yumruk atmaktan kanayan elimi tuttu ve dizlerinin üzerine, önüme çöktü. Ellerimi bıraktığı an çırpınmalıydım ama ben ağlamayı seçtim. Ellerini yanaklarıma yerleştirdi ve iç çekti. İçinin daha ne kadar dolabileceğini anlamak ister gibi derin bir iç çekti. ‘’Bana söz verdin Kelebeğim,’’

‘’Sen de bana söz vermiştin! Geleceğim demiştin, kelebekler kazanır demiştin!’’

‘’Benim yanımda değil misin? Birlikte değil miyiz şimdi?’’ Gözlerimi aşağıya indirdiğimde inatla çenemi yukarı kaldırdı ve ona bakmamı sağladı. ‘’Peki biz birlikteyken kaybetme şansımız var mı?’’ Ben kaybetmemiştim, biz kaybetmiştik.

‘’Sadece bekle tamam mı? Saat gece yarısını geçsin, her şey yerine oturacak.’’ Yavaşça ellerinden kurtuldum ve sırtımı kapıya verdim. Uzun zamandan sonra ilk defa turuncu ışıklı saatin sesleri olmadan bekleyecektim.

‘’Olmaz…’’ dedim çaresizce. ‘’Yarın… Yarın çok geç Miran. Şimdi olmalı. Kalbimi hissedemiyorum, yarın çok geç.’’

‘’Kalbin olmadan da yaşayabilirsin,’’ diye cevapladı zaten bildiğim bir şeyi söylerken. Sorun kalbimin olmaması değildi, sorun beni yaşatan şeyin de olmamasıydı: Umut. Geldiğimden beri daha bir morlaşmıştı gözaltlarımız, sanki kalbim, umudumu da alıp onun gözaltlarına saklanmıştı. Birkaç gündür gözyaşlarımı da o topluyordu zaten. ‘’Kanatlarımın ıslandığını hissediyorum sanki,’’

‘’Beklemeyi bilirsen her şey eskisi gibi olur ve özgürce uçarsın,’’

‘’Özgürlüğe inanmadığını söylemiştin,’’

‘’Hala inanmıyorum,’’ dedi. ‘’Sence özgürlük olsaydı şimdi, burada benim parmağımı tutuyor olur muydun?’’ Olurdum dedim içimden. Olurdum çünkü seni ben seçtim.

‘’22 Mart’a girmiş miyizdir?’’ diye sordum. Süremiz dolmuştu. Kalbimdeki okyanus güneşi söndürmüştü ve balık karanlıkta yüzemiyordu. ‘’Girmişizdir,’’ dedi. İsmimi söylemek için hazırlanırken gözleri hala kapalıydı. Miran’ın hareketlendiğini duydum ama gözlerimi açmadım. ‘’Birazdan yapacağım şeyden sonra eve gir tamam mı? Ben parmağını tutamayacağım, sen eve gir ve saate bak. Sonra turuncu zarfı bul ve oku onu.’’

Gözlerimi açmak istediğimde tanıdık ses beni durdurdu. Silah sesi. Göreceğim manzara zihnimin tam ortasına düştüğünde büyük bir çığlık attım. Eli gevşedi ve parmağımı bıraktı. Gözlerimi açtım ve ona baktım.

Hırıltılı bir şekilde nefes alıyordu. Karnının biraz yukarısından çıkan kan bacaklarıma değmek üzereydi. Ayaklarımı kendime çekerek ona baktım. Sanki soluduğu hava boğazına yapışıyordu. Kuruyan umutları ciğerlerini kurutuyordu. ‘’Kelebeğim,’’ dedi sessizce. ‘’Ağlama tamam mı? Her oyunun bir kaybedeni olur…’’ Bu oyunda kaybeden ben olmalıydım. Yalan söylemişti, yine. ‘’Söz vermiştin!’’ diye bağırdım kafasını dizlerime çekerken. ‘’Söz vermiştin Miran…’’

‘’Oyunu…’’ dedi biraz bekleyerek. Acıyla yutkundu. ‘’Oyunu bitirmemiz gerek. Elini ver.’’ Elimi tuttu ve serçe parmaklarımızı birleştirdi. ‘’Bu oyunu bitirmek için bütün kazandıklarımı sana feda ediyorum. Sen bu oyun için ne feda ediyorsun?’’

‘’Bu oyunu bitirmek için,’’ Dişlerimi sıktım ve boşta kalan elimle gözlerimin altını sildim. Onun gidişini izliyordum. ‘’Bu oyunu bitirmek için kanatlarımı ve tüm bekleyişlerimi sana feda ediyorum.’’ O an kalbimi her yerimde hissettim. Onun dediği gibi söylemem gerekiyorsa, sırtım yandı. Sanki onu kanatlarımda taşıyordum.

Elimi dudaklarına yaklaştırırken diğer elimi saçlarına koydum. Parmağıyla tuttuğu parmağıma bir öpücük kondurdu. ‘’Miran,’’ dedim. Alnına düşürdüğüm gözyaşımla gözlerini kapattı. ‘’Hı?’’ diye mırıldandı. ‘’Eğer sen yokken her şey kötüye giderse diye söylüyorum, kalbinin güzelliğinden hiç şüphe duymadım, tamam mı?’’ dedim sesim sonlara doğru kısılırken. Üstüne düşen saçlarımı umursamadan eğildim ve alnımı alnına yasladım. ‘’Hani gidecektin sen?’’ dedi ilk geldiğim günleri hatırlatırken. Güldüm. ‘’Senin adın Özgür olmalı,’’ diye cevap verdiğimdeyse kaşlarını çattı. ‘’Bir insana kanatlarını fark ettirmek özgürlüğünü vermektir. Ben o kanatlarla senin olduğun bir başlangıca koştum Miran. Şimdi ise…’’ Gözleri doğrudan gözlerimin içine bakarken kaşlarımı çattım. ‘’Farkındasın işte nasıl bir başlangıca gittiğimin. Kanatlarım da sende zaten.’’

‘’Biraz zaman geçsin, yeterli gücü bulduğumda seni bu hayattan da kurtaracağım.’’ Tabii ya, beklemek… ‘’Dediklerimi unutmadın değil mi?’’ dedi son nefeslerindeyken. Kafamı salladım. Saçlarım kirpiklerine karışıyordu. Güldüm. Onun yanında üçüncü kez gülüyordum. ‘’Gamzenden,’’ dedi. ‘’Gamzenden öpmek istiyorum, son kez.’’

Gülümsemeye devam ederken yavaşça ona doğru eğildim. Dudaklarını yanağıma değdirdiğinde ise gözleri kapandı. Bekledim. Gözlerini açmasını, göğsünün inip kalkmasını, bir şeyler söylemesini bekledim. Daha fazla dayanamadığımda ise başını dizlerimden çektim ve eve girdim. 22 Mart. Saatin gece yarısını geçmiş olması gerekiyordu. Salona girdim ve turuncu saate baktım. 23:58. Yine sözünü tutamamıştı.

Saatin rakamlarıyla aynı renk olan zarf gözüme çarptığında hızla aldım. Gözyaşlarından göremediğim salonda kendime yer açtım ve oturdum. Zarfın üzerinde mavi kanatlı bir kelebek vardı. Ona söyleyemediğim o kadar çok şey vardı ki… Mesela kelebeklerden korkardım ben. Bilirdim bir kelebek kanatsız da yaşayamazdı. Bu yüzden oyunu onlarla bitirmiştim.

Zarftaki kağıdı çıkardığımda ise gördüğüm ilk şey muhteşem el yazısıyla yazılmış yazılar oldu.

Yazıya girişlerde pek iyi değilimdir. Biliyorsun kendi başlangıçlarımı pek güzel yapamam seninkilerin aksine. Öncelikle bunları bir hafta boyunca eve gelmediğim o günlerde yazıyorum. İsmini asla öğrenemeyeceğimi bildiğim bir kıza… Böyle şeyler pek bana yakışan şeyler değil aslında. Yazı yazmak yerine konuşurum. Satırbaşı, noktalama işareti de kullanamam. Tahmin ettiğin gibi, en başından beri biliyorum kaybedenin kim olduğunu. Evet hile yaptım. Birçok kez yalan da söyledim sana ama biz her şeyi bile bile girmedik mi bu yola? Bir ay boyunca bilmiyor muyduk neler olacağını? İkimiz de baştan kaybetmiştik zaten yoksa neden seni karşıma çıkarsın ki evren? Mutlu insanlar ölmeye mahkumdur diye duymuştum. Bu yüzden evrenden önce davrandım. Kendi ölümümü kendim seçtim. Eğer mahkum olsaydım mutlu bir insan olurdum ve ben bu dünyada mutluluğun bir kelimeden ibaret olduğuna inanıyorum. Bir ayda ne yaşar ki insan? Zaten bir hafta yüz yüze bile gelemedik biliyorsun. Üç haftada nasıl bu duruma geldik? Sadece elveda demek istedim bu yazımda. Fazla da uzak değilim aslında. Sadece üşüdüm desen, sarılamam o kadar. Ha bu arada, arkamdan buraları terk etmeye kalkma sakın. Kal biraz. Benle gideremedin, evimle hasret gider. Yine gidersin de… Ne olur kal, baktın olmuyor gidersin bir süre sonra. Ben de bu yüzden gittim zaten. Baktım olmadı, gittim.

Hayatımı ellerine teslim ettiğim için pişman olmadığım tek kişiydi Miran. Hayatımı üç parçaya ayırmıştı. Doğduğum an başlayan hayatım, o geldikten sonra başlayan hayatım ve onsuzlukla başlayan hayatım. Yirmi yıl süren bu başlangıçlarda yalnızca onunla olan üç hafta güzeldi. Kaybetmeye giderken bile güzeldi onunla olmak. Ve ben ne olursa olsun her başlangıcın kötü bir sonla bittiğini anladım. Ayrıca her bitiş yeni bir başlangıç falan da değildi. Tıpkı gitmek gibi. Ne kaybediyorduk ne kazanıyorduk. Gitmek kazanmak değildi, kaybetmek de. Gitmek gitmekti işte, hepsi bu.**

 

**:Cem Adrian – Nereye Gidiyorsun şarkısından bir söz.

(Visited 404 times, 1 visits today)