Bağımsız Değişken

1875 yılının dondurucu kışında; minik bedenim, ağlamak üzere kocaman açılmış dudaklarımla merhaba demişim dünyaya. Sıcacık bir yuva ve yanımda beni çok seven ailemle şanslı bir kız sayılırmışım o zamanlar. Bu durum ben kendimi bilmeye başlayana, beş altı yaşıma, kadar devam etmiş. Bu sayede hayatımın ilk yılları kırlarda tasasızca dolaşan tombik yanaklı bir kızdan ibaret zihnimde.

Ne yazık ki hayatımın bu tatlı pembeliği okul çağına gelmemle solmaya başlıyor. Dedim ya şanslı bir kızdım ben, ailemin sosyoekonomik durumu beni okula göndermeye yetiyordu. Başlarda fiyonkla bağladığım saçlarım ve mürekkepli kalemimle çok heyecan vericiydi okul yolu. Ancak mahallemde okula gidebilen iki üç kızdan biriydim ve arkadaşlarım eve kapanmışken okulda eğlenmek pek de mümkün olmuyordu. Bu düzeni değiştirmek gerektiğini ta o zamandan beri biliyordum. Bunun tek yolu böylesine manasız yasaları belirleyen büyük adamlardan(!) biri olmaktı. Bu yüzden derslerime büyük bir şevkle sarıldım.

Yıllar geçtikçe değişen tek şey kemik gözlüğümün camları olmadı; boyum gittikçe serpiliyor, vücut hatlarım kıvrılıyor ve belim inceliyordu. Bu değişimler kaçınılmaz(?) olanı getiriyordu. Sokaktaki gözler, bulduğu her fırsatta kalbimi ve ağzımı yoklayan fabrikatör Joe, gittiğim her davette evlilik yaşımın geldiğini fısıldayan hanımefendiler sinirime dokunuyordu. Üstüne üstlük tüm arkadaşlarım münasip- daha doğrusu zengin ve itibarlı-  birer eş adayı bulmuştu bile. Bu, doğduğumdan beri beni bir kez olsun yalnız bırakmayan şansımın tükenmek üzere olduğuna işaretti.

On yedime bastığım sıralarda birkaç aydır hasta olan babamın durumu iyiden iyiye ağırlaşmıştı, artık çalışamıyordu. Maddi durumumuzun bozulması işten bile değildi. Gelinlik provası yapan yaşıtlarım için para bir problem değildi ancak benim, okula devam ettiğim sürece, maddi yardıma ihtiyacım vardı. Üstelik Emily Davies ve Barbara Bodichon’nun binbir zahmetle kurduğu Girton College’da okuma fırsatım vardı. Kadınların okuyabildiği ilk ve tek üniversiteyi geri çevirmek arkadaşlarımın seçtiği yola sapmak demek olurdu.

Babam vefat edip de bıraktığı para suyu çektiğinde çoktan Girton College’daki edebiyat eğitimime başlamıştım. Ancak hayatın sillesini yemek üzereydim. Akşamları karanlıkta yazı yazmaya çalışmak, boş tencereyle bakışmak beni germekle kalmıyor, dikkatimi asıl hedefimden uzaklaştırıyordu. Birkaç haftayı bu şekilde geçirdikten sonra bu gidişata bir son vermek zorunda kaldım. Bugün bile bunu itiraf etmek çok acı fakat Joe’nun teklifini kabul ettim. Joe’nun malikanesine taşındığım gün gözlerimden yaşlar akıyor, tüm vücudumu büyük bir aşağılık duygusu kaplıyordu. Sırıtarak birkaç cümle kurmaya başlayınca dayanamadım, üniversiteye devam etmeme izin vermesi için yalvarmaya başladım. Joe beni omuzlarımdan tutup kaldırdı ve dudaklarını tiksintiyle büzerek: ‘’Bir fabrikatörün karısının okulda ne işi olurmuş? Sen artık buraya aitsin.’’ dedi. O anda canım çekildi ve kanepenin üzerine yığılıp kaldım.

Sonraki birkaç yılı betim benzim atmış, hayattan kopmuş bir halde geçirdim. Bir gün radyoda Women’s Social and Political Union’ı (Kadınların Sosyal ve Politik Sendikası) duyana kadar da kendime gelemedim. Emmeline Pankhurst’un kurduğu bu sendika sözler yerine radikal eylemleri savunuyordu. Joe’nun evde olmadığı bir gün arkama bile bakmadan Manchester’a doğru yola çıktım. Hem kendim için hem de gelecek nesiller için elimden alınan hayatımın öcünü almalıydım. Bu yüzden yanımda beş yüz bin kadınla kiliseleri kundaklarken, yangınlar çıkarırken, posta kutularına asit dökerken hatta bombalı saldırılar düzenlerken kafamda doğru şeyi yapıp yapmadığıma dair hiçbir soru işareti yoktu. Mamafih, tüm bunların sonucunda hapse atılmıştık ve en ufak bir ilerleme kaydedememiştik. Ancak dirayetimizin sınırları henüz sonlanmamıştı bile. Aylarca süren açlık grevlerine başladık. Zaten zayıf ve çelimsiz olan vücudum kısa sürede güçten düştü ancak beni asıl zorlayan şey zorla beslenmemizdi. Akciğerlerimize giden yemekler yüzünden dayanılmaz acılar çekiyorduk. Bu süreçte sürekli salınıp geri tutuklandık.

Birinci Dünya Savaşı sürecinde çalışmalarımız yarıda kesildi ancak ne ümidim ne de sabrım tükenmişti. Aksine yoldaşlarımdan biriyle paylaştığım küçük kulübede gece gündüz edebiyat çalışıyor, ilk fırsatta diplomamı almaya ant içiyordum. Birkaç yıllık sefalet sonucunda savaş sona erdi ve dünyada sağlam temelli bazı politik değişimler yaşandı. Bu sayede 1918’de kadınlara oy kullanma hakkının verilmesiyle emeklerimizin meyvesini aldık. Aşırı görülen, dalga geçilen, aşağılanan eylemlerimiz kadının varlığını inkâr eden yasaları tam tersine çevirmeye başlıyordu…

Peki Kate’e ne oldu, diplomasını alıp yaşamına devam etti mi? Maalesef bunu cevaplayamam, sizce Kate’in hikayesi nasıl bitmiştir? Yüzyıllar boyunca dünya erkek söyleminin tesiri altında kalmış. Virginia Woolf’un da dediği gibi biz kadınlar ülkesiziz. Çünkü kadın kimliksizleşmiştir. Biz kadınlar ne kendi sınırlarımızda kalırız ne de ülkemizin sınırlarında. Kadın nerde ezileni, haksızlığa uğrayanı görse ne kendi kimliğini ne de karşısındakini sorgulamadan barışı savunabilen kişidir. Kadın bu dünyada bir hiç olabileceği gibi yaşamın olmazsa olmazı da olabilir.  Kısacası; eğer hayatı bilimle ilişkilendirecek olsaydım yaşam bir deney, kadın yani haklarını söke söke alan canlı bağımsız değişken yaşam standardı ise bağımlı değişken olurdu.

Bu yazıdaki eylemler ve mekanlar gerçek hayattan alınmıştır. Kate ve Joe dışında adı geçen tüm kişiler emektar İngiliz kadınlardır. İngiliz kadının mücadelesine aşağıdaki kaynaklardan ulaşabilirsiniz.

1- https://www.bbc.com/news/uk-england-manchester-31988033

2- https://www.bl.uk/votes-for-women/articles/suffragettes-violence-and-militancy

(Visited 13 times, 1 visits today)