Kahve ve Kurtçuklar

Gördüğüm rüyanın ertesi gün gerçek olacağını bilseydim kesinlikle tedbirli bir şekilde günüme başlardım. Her şey daha rüyayı görmeden önce garipleşmeye başlamıştı bile. İşler artmıştı. Bu normal bir durumdu ancak tek bir günde iki katı müşterinin ofisimize gelip cinayet bildirmesi oldukça olağandışıydı. Ve daha da garip olan olayları araştırmaya vakit kalmadan bir başka görgü tanığının gelip başka bir olayı anlatması ve biz onları dinlerken sekreterlik görevini üstlenmiş Bay Ray’e cesetle alakalı ayrıntılı bilgilerin ulaşmasıydı. Elimize o gün ulaşmış on yediye yakın vaka vardı ki zaman geçtikçe bu sayı artıyordu. Morgdan gelen ayrıntıları karşılaştırdığımızda da gözümüze çarpmış olan benzerlikler hiç de iç açıcı değildi: yüksek basınca uyum sağlayamamış ve kurtçuklar tarafından yarısı tüketilmiş bedenler…

O gün de diğer günler gibi oldukça yorgun uyanıp işe gitmiş, bir bardak kahvemi içmiş ve ardından ilk müşterim ile görüşmüştüm. Başımın ağrısı kafamı duvarlara vura vura kendimden geçmek istememe yol açsa da aynı sandalyede oturup gelenleri sabırla dinlemiştim. Her şey normal geçmişti; bazılarına peçete uzatmış ve sırtlarını okşayıp onları teselli etmiş, bazılarına fazladan birkaç soru sorup olayı tam anlamıyla anlamaya çalışmış bazılarının ise iletişim bilgilerini almıştım. Vakaların çok benzer olduğunu dördüncü müşterinin vahşet dolu görüntüyü anlatırkenki ses tonuyla anlamıştım. Günün yarısı bittiğinde kahverengi deri sandalyemde arkama yaslandım ve vakaları teker teker gözden geçirdim. Bu sırada ikinci fincanımı bitirmiştim ve üçüncüsünü almaya hazırdım. Çalışma saatlerimizin patronumuzun gün içinde yaptığı açıklamayla artmasıyla su yerine kahve içer olmuştuk ve yemek zamanımızı sıfıra indirmiştik. Soğuk rüzgarın uzun kahve saçlarımız arasında dolaşmasını hissettiğimde gözlerim teras kapısını bulmuştu ve birden aslında ihtiyacım olan şeyin kahve değil temiz hava olduğunu anlamıştım. Yerimden kalkarken duymaya alıştığım sandalyemin gıcırdama sesi ile yüzümü buruşturdum. Terastan manzarayı izlemiş ve havayı içime çekmiştim. Her nefeste adeta yenilenmiş ve yeniden doğmuş gibi hissetmeme rağmen terastan ayrıldıktan sonra yine de adımlarımı mutfağa yönlendirip üçüncü bardağımı da hazırlamıştım. Bundan birkaç saat, neredeyse sekiz saat, sonra da evime ulaşmıştım.

Yorgunluk bir bulut gibi üzerime çökmüş, kollarımı ve bacaklarımı ağırlaştırmaya başlamıştı. Baş ağrım sabahtan beri azalacağı yere daha da artmıştı ve ben gözlerimin arkasında hissettiğim baskı ile sadece uyumak istediğime karar vermiştim. Üstümdeki uzun krem rengi paltoyu çıkarıp askılığa asmak gözüme zor gözüktüğünden paltomu koltuğa adeta fırlatmıştım. Başımın ağrısıyla olabildiğince kısa sürede üstümü değişip yatağıma uzanmış ve uykuya dalmıştım.

Gözümü açtığımda iş yerimdeydim. Her şey normal gözüküyordu; aynı odada çalıştığım iş arkadaşım Bay William önündeki belgeleri sıkkın bir ifadeyle inceliyor ve yüzünü buruşturuyor, şehrin gürültüsü camların kapalı olmasına rağmen binanın içinde geziyordu. Araştırma ekibimizin başı olan Bayan Luna’nın kedisi eski kitaplığın üstünde uyuyor ve caddeden gelen araba kornalarının seslerine hiç aldırmıyordu. Hiçbir şeyde bir farklılık yoktu ancak içimde bir kurtçuk olduğunu hissettim, yani en azından içimde yatan şüphenin en az bir kurtçuk kadar rahatsız edici olduğunu düşünmüştüm. Midemin içinde bir o yana bir bu yana geziyor, beni içten içe yavaşça tüketiyordu. Hiçbir değişiklik olmayan binadaki atmosfer rahatsız ediciydi. Solmuş aynı duvarlar, kağıt dolu aynı masalar ve yetersiz aynı ışığa rağmen beni tedirgin eden ve kıllarımı diken diken yapan bir soğukluk, tehdit havası seziyordum. Karşımdaki Bay William’ın ise benim gibi hissettiğinden oldukça şüpheliydim.

Yerimden yavaşça kalktım. Bu içimdeki his midemi bulandırmış, yerimde oturamama neden olmuştu. Eğer biraz daha böyle devam etseydi birden koşarak tuvalete girmem ve klozete eğilip içtiğim bütün kahveyi midemden çıkarmam büyük bir olasılıkla gerçekleşebilirdi. Binayı gezmeye karar vermiştim. Bulunduğum odadan yavaşça dışarıya adımladım. Her adımımda ayağımın altındaki tahtalar binanın eski olduğunu kanıtlarcasına gıcırdıyorlardı ve ayakkabılarımın tabanları yerde çok da yüksek olmayan bir “tak” sesi çıkarıyordu. Ana koridora çıktığımda yine her gün gördüğüm görüntüyle karşılaştım. Eskiden beyaz olan ancak zamanla sararmış duvar kağıdı kaplı koridor şehrin eskiden çekilmiş siyah-beyaz fotoğraflarıyla doluydu. Koridorda biri yürürken çalışan insanların dikkati dağılmasın diye boydan boya yere serilmiş olan uzun kilim birkaç haftadır yıkanmamış olduğunu belli edercesine koyu bir renk almıştı. Birkaç adım önce içinde bulunduğum odanın karşısında duran mutfağa ilerledim. Belki de bir kahve içmek hem bu hissettiğim duyguya hem de kapanmak için bütün iradelerini kullanan göz kapaklarıma bir “Dur.” diyebilirdi. Önceden filtre ile süzülmüş ve içmek isteyenlerin kolayca ulaşabileceği kahve bir Chemex’in içinde bekliyordu. Ancak ilk yapıldığı andaki kadar sıcak olmadığı belliydi. Kahveyi yavaşça büyük dolaplardan birinden aldığım fincana doldurdum ve üzerine yine önceden kaynatılmış olan sütü ekledim. Bunlar biz, beş adet çalışan, tarafından sık sık değiştirilen şeylerdi. Bittikçe en son gören kişi kahveyi filtreler ve sütü kaynatırdı. Buna birlikte çalıştığımız üç yıl içerisinde alışmıştık.

Fincanımı yavaşça ağzıma yaklaştırırken bakışlarım saati bulmuştu. Saat dokuzu on geçiyordu. Akrep ve yelkovanın yavaş hareketlerini izlerken gözlerim fincanıma kaydığında hareket eden soluk sarı bir şey görmem ile fincanın elimden düşmesi bir oldu. Bir kurtçuktu. O elmaların içinde gezen iğrenç yaratıklardandı. Kurtçuklardan ve elmalardan nefret ederdim. Bakışlarım mutfak tezgahında gezindiğimde gördüğüm sayısızca kurtçuk midemi bulandırmış ve bir o kadar da şaşırmama sebep olmuştu. Onları kahveyi yaparken fark etmemiştim, şimdi daha dikkatlice baktığımda kahvenin bulunduğu Chemex’de hatta kaynamış sütün bulunduğu kavanozun içinde bile geziniyor olduklarını görmüştüm. Sütün içerisinde çaresizce hareket etmeye çalışan yaratığı birkaç saniye izlediğimde midem neredeyse ağzıma gelmişti. Tam ben kurtçuklara kafa yorarken dışarıdan çığlık sesleri gelmeye başladı. Bu sesler normalde de duyduğumuz gülüşme veya tek seferlik çığlıklar değil aksine ondan fazla kişiden gelen bağırışmalardı. Gözlerim binanın bulunduğu sokağı tararken etraf kan gölüne dönmüştü. Ne olduğunu anlamaya çalıştıkça aslında görmüş olduğum yerde cansız yatan bedenlerin önceki gün gelen müşterilerin anlattıkları sahnede gördükleri bedenlere ne kadar benzediklerini fark ettim. “Yüksek basınç ve kurtçuklar…” kafamın içinde yankılandı. Bayan Luna mutfağa hızlıca giriş yaptı. Etrafta hızlıca gezmiş olan gözleri beni bulunca durakladı. Gözlerinde endişe ve korku vardı. Birkaç dakika gözlerimin içine baktı. Ne düşündüğümü anlamışçasına beni onaylarcasına kafasını salladı.

Gözlerimi anında açmış neredeyse yataktan fırlamıştım. Ter içinde kalmış alnım ve sırtım soğuk hava ile buluşunca irkilmiştim. Gözlerim etrafta gezinince ve en sonunda kendi odamda olduğumu anladığımda rahatlamış ve içimde tuttuğumu farketmediğim nefesimi vermiştim. Sadece bir rüyaydı ve belki de bir önceki gün olduğunu düşündüğüm vakalar da gerçekleşmemişti. Odamın eskimiş duvarında asılı olan saatten alarmımın da zaten birkaç dakika sonra çalacağını anlamış ve hazırlanmaya başlamıştım. Rüyamı hazırlanırken unutmuş veya belki de aklımın tozlu raflarından birinin en dibine saklamıştım.

Çalıştığım binaya girdiğimde burnuma keskin bir çürük kokusu ulaştı. Belki de küf kokusuydu, ayırt etmek zordu. Odama girdiğimde Bay William’ın yaptığı açıklama, daha çok sızlanarak çalıştığımız binayı acilen değiştirmemiz ve duvarlar çökmeden buradan ayrılmamış gerektiğini anlatması, ile kokunun nedenini kimsenin bilmediğini anlamıştım. Bizim bulunduğumuz odada oldukça silik olan kokuya odaklanmak yerine önümdeki dosyalardan ilk gördüğümü açmış ve çalışmaya başlamayı tercih etmiştim.

Elimdeki duran sekiz dosyadan ikisini bitirdiğimde yerimden yavaşça kalktım. Deri sandalyem gıcırdamamıştı ancak bu umrumda olmadı. Mutfağa adımladım. Kollarımı yukarıya kaldırarak olabildiğince gerindim. En küçük hareket değişikliği ile eklemlerim çıtlamıştı. Tezgaha ulaştığımda önümde bununan fincana kahveyi doldurup sütü ekledim. Önümdeki sıvıların neredeyse bitmek üzere olduklarını görünce kendi kendime kahveyi hazırlamam ve sütü kaynatmam gerektiğini düşündüm. Binayı saran rahatsız edici koku mutfakta daha yoğun ve rahatsız ediciydi. Bedenimi tezgaha yaslayıp duvardaki saate bakışlarımı sabitledim. Saat dokuzu on geçiyordu.

(Visited 50 times, 1 visits today)