Kayıp

“İstemem hiçbir şey yapayım be Macide!”: Yakıcı Lefkoşa güneşi, mayıs ayının da gelmesiyle 40 derecelere ulaşan Kıbrıs sıcağı ile birleşmiş mütemadiyen ensemi kavururken ailesinin göçmen olduğunu pek belli eden iri, gri gözlerini üzerime dikmiş dostum Macide’ye söylemek istediklerim tam olarak bu kelimelerdi. Her cuma çıkışı olduğu gibi bu sefer de pek sevgili dostum aynı içtenlik ve heyecan ile babasının Rum tarafından aldığı yeni, bununla beraber cebi kabarık olmayanların yaklaşamayacağı evine yatıya davet etmişti. Ben ise huyumdan taviz vermeyerek aynı isteksizlik ve sıkıntı ile fakat biraz safça olan dostumu incitme korkusunun beraberinde getirdiği üzüntü maskesini takmayı unutmayarak yanıtladım: “Bugün karnım ağrır, istersin haftaya geleyim?”. Babasını bekletmekten korkmuş olacak ki başıyla hızlıca onayladıktan sonra seri adımlarla sınıftan çıktı.

Servisle gitmemenin verdiği rahatlıkla ağır ağır eşyalarımı toplayıp okuldan dışarı adımımı attım ve neredeyse üç yılımı içinde geçirmiş olmama rağmen nadiren dikkat ettiğim yazıyı okudum: “Türk Maarif Koleji”. Üç yıl önce büyük umutlar ve beklentiler ile büyük fedakarlıklar sonucunda içine adımımı atabildiğim bu binadan üç yılın ardından cerrahi müdahale ile beynim dahil bütün organlarım alınmışçasına boş ve hafif ayrılıyordum. Vücudum bana ait değilmişçesine bilincim dışında hareket ediyor fakat mantığımın bir tarafı 15 yaşımda ortaya attığı bu kimine göre delice kimine göre ise cesur  kararı kabul ettirmiş olmanın bilinciyle kaçınılmaz sonun farkındaydı ve buna ulaşmak için hiç de acele etmiyordu.

Okulun pek de uzağında bulunmayan taksi durağına ulaştıktan sonra bu saatte her zaman durakta olan Ahmet Ağabey’e seslendim. Geldiğimi görür görmez çayını masada bırakıp taksisine atlayan Ahmet Ağabey ile aramızda belki onun da benim gibi Türkiye’den gelmesinden belki dayım ile tanışıklığından kaynaklanan sıkı bir bağ vardı. Onunla İstanbul Türkçesi konuşur, Türkiye’deki görmeye değer yerlerden bahseder kimi zaman nadir de olsa durakta çay içerdik.

Uzun ve Ahmet Ağabey’in anılarıyla dolu bir yolculuğun ardından Altın Kumsal’a geldik. Kıbrıs’taki çoğu taksi gibi sarı renkte olmayan oldukça lüks taksiden dışarı adımımı atarken ekledim: “Bugün de dolu konuştun Ahmet Ağabey.”. Siyah ayakkabılarımı çıkarma gereği duymadan yavaş fakat kararlı adımlarla adını bütün endamı ile yansıtan kumsaldaki iskeleye doğru ilerledim.

Tahtaları yosun tutmuş yaşlı iskelenin ucuna ilerleyip sırtımı kumsala verdim ve ayaklarımın tuzlu suya doğru sarkıttım. Kendimi manzaranın güzelliğine kaptırmış bir şekilde huzuru solurken hayallerimi ufuk çizgisine boncuk gibi diziyordum. Farkında olmadan uzaklaşmak, kurtulmak istediğim durumun hayallerimin içinde olduğunu anlamamla irkilmem bir oldu. Yaşadığım hayat buydu işte, hayallerden oluşan ve ben gerçek olmasını istedikçe somutluktan daha da uzaklaşan bir rüya. 11 yaşımda kaybettiğim beni var eden insanın gidişinden beri içimdeki umut kırıntılarıyla eskisi gibi olabileceğini umduğum, lakin asla gerçekleşmeyecek ulaşılamaz bir hayal.

İki uzun, çaresiz yılın ardından sonunda benliğim kendi içindeki çatışmayı sonlandırmış ve huzura kavuşmuştu. İki yılın ardından hayatın okumak, iş sahibi olmak, evlenmek, çocuk yapmak ve aynı süreçlerin çocuğunun başına gelmesini izlemekten ibaret olduğunun farkına varmış ve uğruna bunca şey yapılmasına rağmen değerini sistemin değil insanın kendisinin belirlediği bu kısacık şeyi yaşamak istemekten çok annemi özlediğime karar vermiştim. Gözlerimi kapatıp batarken sanki daha güzel gülümseyen güneşin yüzümü yıkamasına izin verdim. Her zaman Altın Kumsal iskelesinin ucunda duran zincirlerin ayak bileklerimi sarmalarına yardım ettim ve iyot kokulu son bir nefes daha alarak kendimi serin sulara bıraktım.

(Visited 72 times, 1 visits today)