Ressam, elindeki fırçanın her darbesinde kendisinden bir parça koparır, tuvaline işler. Yazar, damarlarında akan kan kadar dürüst ve açık olmazsa, yazdığının derinliği kalmayacaktır. Aktörün sahneye çıktığında “ben”liğini geride bıraktığını düşünürüz, ancak onun yalanındaki dürüstlük, sanatını meydana getirir. Şarkıcılar, yazdıkları sözlerin, besteledikleri melodinin dalgalarına yelken açabilirseniz eğer, aslında olabildiğine dürüst kişilerdir. Sanat, temelinde dürüst olma eylemidir.
Çoğumuz sanatçıları sahte olarak nitelendiririz. Sonuçta, her sanat o ya da bu şekilde bir performans değil midir? Gerek kelimelerle, gerek renkler, gerekse müziğe uydurulmuş bir koreografi, “sanatçı” dediğimiz kişiler koskoca bir yalan satmazlar mı bize? Yüzeyinde bu böyle görünse de aslında parıltılı tabakanın altında yatan, yalnızca büyük bir ilgi ve analizle ortaya çıkan gerçek, sahtelikten olabildiğince uzak, insanın varoluşsal durumunun çıplak acılarına belki de olması gerekenden çok daha yakındır. Bir romanın satırlarının arasını okursanız, fırçanın bastırılmasındaki şiddet farklılıklarını inceler, yahut bir bestedeki duraksamalara kulak verirseniz, aslında her sanatçının ruhunu size açıp, olduğu kişiyi her şeyiyle görmenize izin verdiğini fark edeceksiniz.
Peki neden sanat yüzeyinde yapaylık gerektirir? Niçin karakterlerin arasındaki diyalog gerçek hayatta yaşanamaz? Bunun nedeni çok basittir. Gerçek insanlar, açık havada kurumaya bırakılmış üzümler gibidir. Onlardan pekmez yapamazsınız, çünkü soğuğun ve rüzgarın etkisinde kalmış, büzüşmüş, hem sularını hem de estetik vasıflarını kaybetmişlerdir. Onlar, taze üzümlerden mutlaka daha yoğun, daha tatlıdırlar ancak dürüstlük, dokunulmamış tazeliğin naifliğini ve sanat maskesinin güvenliğini ister. Oscar Wilde “İnsan kendi kimliğiyle konuşurken pek az kendisi gibidir, ona bir maske verilirse gerçeği anlatır ancak.” der. Bu maske sanattır. Ve dürüstlük, bunu gerektirir.
