Yaşam=Duygular

Bulutlar… İstemeden varım, istemeden öleceğim. Olduğum şeyle olmadığım şey içinde, hayal ettiğim şeyle yaşamın beni yapmış olduğu şey içinde bir boşluğum, birer asla olan şeylerin ortasındaki soyut ve tensel noktadayım ki o şeylerin bir adım ötesinde değilim ben de. Bulutlar… Hissettiğimde iyi mi bir sıkıntı, düşündüğümde iyi mi bir rahatsızlık, istediğimde iyi mi bir yararsızlık! Bulutlar… Hâlâ geçiyor  bulutlar, bazıları kocaman, evler yüzünden göründüklerinden daha minik olup olmadıkları anlaşılamadığından, sanki tüm göğü ele geçirecekler benzer biçimde geliyor insana; kimilerinin büyüklüğü belirsiz, iki bulutun birleşimi olabilir bunlar veya ikiye bölünecek tek bir bulut yükseklerde, bitap gökte artık hiçbir anlamları yok; kimileri ise küçücük; kuvvetli şeylerin oyuncağı, saçma oyunlarda kullanılan, bir tarafa yığılmış, yalnız bırakılmış, soğuk, sönmüş toplar gibiler.

En oldukça acıtan hisler, en oldukça yakan duygular, en saçma olanlardır. İmkânsız şeylerin arzusunu duymak mutlaka imkânsız oldukları içindir; geçmişe olmayan şeyler için duyulan özlem; olmuş olabilecekler için duyulan arzu; başka birisi olmadığın için duyulan pişmanlık; dünyanın varoluşundan duyulan tatminsizlik. Bütün bu ruhun bilincinin ara tonları, bizi kendiliğimizin ebedi bir günbatımında, acı dolu bir manzaranın içinde yaratır. Hayatınızda dönem dönem yaşadığınız sebepsiz mutsuzlukların sebebi hayatın sizi mutsuz etme gayretine yenik düşmeniz olabilir mi? eğer öyle ise kazanma şansımız var mı? Bu soruları, aşağıda en sevdiğim aforizmasıyla

  Pessoa’nın bakış açısını gördükten sonra cevaplamaya çalışın. Ancak asıl soruyu unutmayın, kimiz biz ve neyle mücadele ediyoruz? İşte o zaman acınası bir hamamböceği mi yoksa meleklerden daha yüce bir varlık mıyız karar verebilirsiniz belki, ben veremiyorum hala ve hala yabancılaşıyorum. “Hayattan çok az şey istedim – ama o, o kadarını bile esirgedi benden. Azıcık güneş, kırlar, bir lokma ekmek, bir lokma huzur, canımı fazla yakmayacak bir yaşama bilincim olsun ve bir de ne kimseye muhtaç olayım ne elâlem bana muhtaç olsun. Bu kadarı bile esirgendi benden.” Ve ayriyeten bu alıntıyı incelediğimizde adam Phillips’in kavrayamamak üzerine söylediği cümlelerle örtüştüğünü görebiliriz: “Var olan tek fobi kendini bilme fobisidir. psikanalizin ortaya koyduğu fazlasıyla yerleşik ve tutarlı insan doğası tablosunda görünen odur ki, kim olduğumuz her daim ziyadesiyle gözümüzü korkutmuştur.”

Pessoa’nın cümlesi üzerinde düşündüğümüzde korkularımızdan, endişelerimizden arındığımız yaşama, basitliğe, cahilliğe dolayısıyla da sıklıkla kullandığı uyku metaforuna açık bir kapı bıraktığını; öte yandan Phillips’in kavrayamamak ve kendini tanımak konusu üzerine sarf ettiği cümleyi incelediğimizde de Pessoa’nın cümlelerini haklı çıkarabildiğini görebiliyoruz.
Pessoa kendini tanımaya çok yakındı, çünkü kendisini sürekli “uyanmanın sınırındaymış” gibi hissediyordu. Bize anlatmak istediğiyse kendini tanımanın o sancılı, yorucu ve korku dolu sularına hiç açılmamamız gerektiğiydi. Katılırsınız ya da katılmazsınız fakat zihninde -belki de- binlerce karaktere ev sahipliği yapıp kendi kendine konuşarak sosyalleşme ihtiyacını giderebilen bir kişinin Henry D.Thoreau’nun dediği gibi içindeki yeni dünyaları, yeni kıtaları keşfeden Kolombus’unu yaratmayı başardığını söyleyebiliriz. Yineliyorum; Pessoa bir korkaktır lakin bu taşıdığı korku keşif sürecini hızlandırmıştır. Yalnızlığından usanmayıp kendini tanımaya yaklamıştır.

(Visited 57 times, 1 visits today)