Bir Lokantada Oğuz Atay

O gün hava kapalıydı. Gökyüzü griye çalmış, hafif bir yağmur başlamıştı. Okuldan çıkmıştım, üstüm başım yorgunluk kokuyordu. Sokakta yürürken köhne bir lokantanın önünde durdum. İçeriden sıcak çorba kokuları geliyordu. Dayanamadım, içeri girdim. Eski ahşap masalar, sararmış duvarlar arasında bir köşe bulup oturdum.

Siparişimi verdikten sonra, kapıdan içeri bir adam girdi. Üzerinde eski bir pardösü, elinde buruşturulmuş bir kitap vardı. Gözleri sanki çok uzaklara bakıyordu. Etrafına şöyle bir göz gezdirdi ve benim masama yöneldi. “Burada oturabilir miyim?” diye sordu. “Tabii,” dedim, şaşkın bir şekilde. Adam sessizce oturdu. Siparişini verdi. Bir süre birbirimize hiç konuşmadan baktık. Sonra o sessizliği kendi kırdı. “İnsan bazen yalnızlığı sever,” dedi. “Ama bazen de bir yabancıyla iki kelime etmek ister.” Başımı salladım. Ne diyeceğimi bilemedim. Bir yandan da bu adamın kim olduğunu düşünüyordum. Konuşmaları, yüzündeki çizgiler, garip bir şekilde tanıdık geliyordu. Adının Oğuz olduğunu söyledi. “Ben de İlayda,” dedim utangaç bir sesle. 

Yemeğimiz geldi. Sessizce yemeye başladık. Bir süre sonra Oğuz Bey bana döndü. “Sen ne yaparsın İlayda?” diye sordu. “Öğrenciyim,” dedim. “Yazmayı seviyorum, küçük hikâyeler yazıyorum.” Gülümsedi. “Ne güzel.” dedi. “Yazmak, insanın kendine açtığı gizli bir kapıdır. Bazen o kapının ardında yalnızlık, bazen umut, bazen de koca bir sessizlik bulursun.” Bu sözler bana çok dokundu. Sanki içimde bir yerlere dokunmuştu. Biraz cesaretimi toplayarak sordum: “Siz de yazıyor musunuz?” Kahkaha attı. “Biraz,” dedi mütevazı bir şekilde. “Kendimi anlatamadığım zamanlar yazıya sarıldım.”

Garson çaylarımızı getirdi. İnce belli bardakta, dumanı tüten bir çay… Oğuz Bey çaydan bir yudum aldıktan sonra ciddi bir sesle ekledi: “İlayda, unutma!” dedi. “Yazmak, kendine sadık kalmaktır. Bazen dünya seni anlamaz, bazen de sen kendini anlatamazsın. Ama yazmak hep yanında olur.” O an anladım ki bu adam sıradan biri değildi. Kalbim hızla çarpmaya başladı. Ders kitaplarından, okuduğum birkaç cümleden hatırladım: Karşımda oturan adam Oğuz Atay’dı.

Dışarıda yağmur şiddetlenmişti. İnsanlar şemsiyeleriyle koşuşturuyordu. Biz ise, zamanın içinde durmuş gibiydik. Ne yağmur, ne geçen zaman, ne de dünya umurundaydı o anda. Oğuz Bey, son yudumunu aldıktan sonra ceketini giydi. Ayağa kalktı, bana baktı ve göz kırptı. “Sen yazmaya devam et,” dedi. “Bir gün kelimeler seni tutacak.” O gün, hayatımın en unutulmaz günü oldu. Belki bir hayaldi, belki de gerçekti. Ama her hikâyemin satırlarında, o eski lokantadaki sıcak çayın ve Oğuz Atay’ın sesi hâlâ yankılanıyor.

(Visited 10 times, 1 visits today)