“Söyle arkadaşım “dedi Anadolulu Mehmet
Yanıbaşındaki Anzak erine
“Nerelerden kopup gelmişin
Neden çökmüş bu mahsunluk üzerine”
“DÜNYANIN ÖBÜR UCUNDAN” dedi gencecik Anzak
“Öyle yazmışlar mezar taşıma
Doğduğum yerler öylesine uzak
Örtündüğüm topraksa gurbet bana”
“Dert edinme arkadaşım” dedi Mehmet
“Değil mi ki yurdumuzun koynundasın ilelebet
Sen de artık bizdensin
Sen de bencileyin bir Mehmet”
”1915 yılının bahar aylarında, vatanımızı savunma uğruna Çanakkale’ye geldik. Daha 15 yaşındaydım. Gördüklerimi anlatmaya kelimeler yetmiyordu. Daha önce görmediğim kadar büyük bir orduyla karşı karşıyaydım. Annemin evde yaptığı mis gibi çöreklerin kokusundansa baruttan dolayı ağırlaşmış havayla karşı karşıya olmak çok garip bir durumdu benim için. Dört bir yandan atılan toplar, gökyüzünü siyaha boyayan dumanlar, siperlerimizin üstüne düşen mermiler…Bunlar bile vatan sevgimizi bastıramıyordu. Düşman da olsa orada hepimizin tek bir ortak noktası vardı: Vatan sevgisi.
Savaş öyle hızlı ve öyle acımasız ilerliyordu ki dakikalar önce beraber savaştığımız arkadaşlarımdan birkaçı göz açıp kapayana kadar içlerindeki vatan sevdasıyla beraber yanı başımda son nefeslerini veriyorlardı. Diğer yanımda hemen hemen aynı yaşlarda olduğum bir çocuk titreyen elleriyle çamura bulanmış, buruşmuş bir kâğıdı açmaya çalışıyordu. Belki burnunda tüten yavrusuna annesinin yazdığı umut dolu bir mektup, belki de yavuklusunun sevgi dolu son satırlarıydı o buruşmuş kâğıt. Uyumak bile kıvılcımların arasında barut taşımak kadar tehlikeliydi. Günlerdir neredeyse ordudaki hiç kimse uyumuyordu. Her an bir emir ya da bir patlama olabilirdi. Her ne kadar içimizdeki vatan sevgisi ve kararlılık ağır bassa da uykusuzluk kadar açlık ve susuzluk da bir o kadar zorluyordu. Havada giderek çoğalan barut kokusu genzimi yakıyor, daha çok susatıyordu. Kimi içinde su olmadığını bilmesine rağmen su matarasını yokluyor, kimi ise susuzluktan çatlayan dudaklarını azıcık da olsa ıslatmaya çalışıyordu. Midemin gurultusu savaşın gürültüsünün yanında çukura düşmüş taş gibi çaresizdi. Birden ordunun mazisi derin olan subaylarından biri gür bir sesle “Siperden çık! Düşman üzerine yıldırım gibi in! Şimdi!” emrini verdi. Çoluk çocuk demeden herkes emri yerine getirmek için hazırlandık. İşte o an, zaman durmuştu sanki. O andan itibaren kimsenin içinde ne açlık kalmıştı ne de yorgunluk. Kimisi son kez sevdiklerine dua ediyor, kimisi sevdiklerinden gelen son mektupla göz yaşlarına boğulup varını yoğunu ortaya koyarak siperinden çıkıyordu. Yürekler hızla atmaya başladı, silahlar belki de saatlerce sürecek çatışma için onlarca düşmanın canını alacak mermilerle dolduruldu. Oysaki bu savaş mermilerle değil, sabır ve dayanışma ile kazanılacaktı. Bu savaş sadece silahlarla değil bedenimizi sınayan, zorluklara karşı verdiğimiz mücadeleyle kazanılacaktı.”
İşte tam olarak bu durum Çanakkale’de sadece bir savaşa değil bir destana imza atıldığını gösteriyor. Vatanı uğruna sevdiklerinden vazgeçen, şu anda huzurlu şekilde yaşayabildiğimiz topraklarda kan dökerek şehit olan kardeşlerimiz adına bu vatana sahip çıkmak bizim görevimiz. Ben biliyorum ki bu vatan, bu bayrak bizlere ve bizden sonrakilere emanet. Çanakkale geçilmedi, geçilmeyecek.
