Sabaha karşı dört buçuktu. Gözümün içi yorgun ama kalbim tuhaf bir beklentiyle çarpıyordu. Balkona çıktım. Gül ağacımız yoktu ama annem, “Dileğini yüreğinle göm yeter,” demişti geçen sene. Ben de o gece, eski bir kitabın arasına koymuştum dileğimi: “Zamanın dışına çıkmak istiyorum.”
Ertesi sabah uyanamadım. Yani uyandım ama… değil gibi. Oda aynıydı ama sessizlik başka bir renkti. Camdan baktım; kuşlar tersine uçuyordu. Gökyüzü, sabah değil, gece gibiydi ama yıldızlar sabit duruyordu, titremeden.
Kitabı buldum. Arasındaki kâğıt hâlâ oradaydı, ama yazı silinmişti. Sadece belli belirsiz bir iz kalmıştı, sanki dileğim kendini yutmuştu.
Aşağı indim. Ev yoktu. Aynı sokaktaydım ama evlerin yerine taş kuleler yükseliyordu, bazıları eğikti, bazıları da gökyüzüne doğru çarpık çurpuk uzanıyordu. Sanki biri rüyasında şehir kurmuştu. Ve ben o rüyadaydım.
Orada bir çocuk vardı. Saçları yoktu, ama sesi vardı — su sesi gibi. “Sen geldin,” dedi. “Zaman dışına çıkmak kolay, ama dönüş… nadiren mümkün.”
“Neredeyim?” dedim.
“Dileğin evindesin.”
Beni bir salona götürdü. Tavanı yoktu, sadece yukarı doğru akan saatler vardı. Kum taneleri havaya yükseliyor, sonra yere düşüp tekrar yukarı çıkıyordu. Orada insanlar vardı; hepsi kendi dilekleriyle baş başa kalmıştı. Kimi ağlıyordu, kimi susuyordu. Biri saatleri yemekle meşguldü. Dilekleri şekil almıştı — kiminki bir kuş, kiminki bir zincir, kiminki bir cam kırığı…
Benim dileğim ise hâlâ şekil almamıştı. Ortada dönüyordu, silik ve yarım. O an anladım ki zamanın dışına çıkmak, kendinden kaçmak demekti. Ve ben tam olarak ne istediğimi bilemeden dilek dilemiştim.
Çocuğa döndüm: “Geri dönebilir miyim?”
“Dileğin tamamlanırsa… evet.”
Gözlerimi kapattım. “Zamanın dışına çıkmak istemiyorum artık,” dedim. “Zamanın içindeyken kendimi bulmak istiyorum.”
Gözümü açtığımda odamdaydım. Her şey aynıydı ama sanki ben biraz başkaydım. Masa saati çalışıyordu. Ve ilk defa geç kalmaktan korkmuyordum.
