Dünyamın Binbir Tonu

Günlerden pazardı, ailemle mangala gitmek için hazırlanıyorduk ki nereden geldiği belirsiz bir yağmur başladı. Ben de kardeşimle balkonda oturup yağmuru izlemeye koyuldum. Birkaç dakika sonra yağmur dindi ve geride gurbetçi kuzenimin getirdiği rengarenk jelibonlara benzeyen bir gökkuşağı kaldı. Çocukluk rüyalarımı süsleyen bu gökkuşağı adeta bir hayaller ülkesinden fırlamış gibiydi, ben de bir hevesle kağıdı kalemi kapıp bu büyüleyici manzaranın aklıma getirdiklerini sıralamaya başladım.

Kırmızı; bayrağın, kanın rengidir ancak sadece bunlara benzemez. Kırmızı, aynı zamanda annemin bana yaptığı paşa çayının rengine de benzer. Paşa çayı rengidir kırmızı çünkü paşa çayı bir annenin çocuğuna olan sevgisini gösterme yoludur, çocuğunu düşündüğünden sıcak suyla değil ılık suyla yapar çayı anne. Böylece kırmızı önüme bir dünyanın kapısını açtı: bütün çocukların paşa çayı yapan annelere sahip olduğu, hiçbir çocuğun kendi kendine yetmek zorunda kalmadığı bir dünyanın kapılarını.

Tam kırmızı bitti, turuncuya geçtim derken aklıma bir fikir geldi; kardeşime “Sence turuncu dünya nasıl bir yer olmalı?” diye sordum. Aldığım cevap şuydu: Annemin her sabah bana pekmez yerine portakal suyu içirdiği bir yer! Keşke gerçekten de böyle olsa, bütün çocuklar kahvaltıda istediğini tüketebilecek imkanlara sahip olsa, hiç kimse umduğunu değil bulduğunu yemek zorunda kalmasa.

Turuncu dünyayı kağıdıma döktükten sonra gökkuşağındaki soluk sarı çekti dikkatimi, çok zor fark ediliyordu halbuki ne kadar da güzeldi. Diğer renklere karışmıştı bu sarı ama yine de kendine has tonunu korumayı başarmıştı, tıpkı bulunduğu ortama uyum sağlamak için kendinden ödün veren biri gibi. Halbuki kendimizi başkası yerine kendimiz için, olduğumuz gibi sevmemiz gerekmez mi? Zaten ne olursa kendini yeterli bulmayalar yüzünden olmuyor mu? Evet, benim dünyam asla böyle bir yer olamaz. Aksine herkesin kendi olup mutlu olabileceği, farklılıkları hoş gören bir yer olmalı.

Soluk sarının kağıdımda bıraktığı sözcük kırıntılarına bakınca bir tebessüm yayıldı yüzüme. Tebessümün sebebi dizimde oturuyordu, yeşim gözle kedim… Gökkuşağındaki yeşilin tonu ne kadar da yakındı kedimin yeşim gözlerine. Keşke gökkuşağının ziyaret ettiği her sokak tıpkı benimki gibi yeşim gözlü kedilerle dolu olsa; hiçbir sokak, sakinlerinin ilkel hareketleri yüzünden kedilerin saçtığı neşeden mahrum kalmasa.

Gökkuşağındaki yeşil hakkında yazmayı bitirince elinde iki çay bardağıyla annem girdi balkona. O, çayları dağıtadursun benim gözlerim gökkuşağındaki maviliğe kaydı. Bu mavilik, Birleşmiş Milletler bayrağının maviliği… Barışı korumaya ant içmiş milletleri birleştiren bayrağın maviliği… Ders kitaplarına savaş yüzyılı yerine barış yüzyılını kazımaya yemin etmiş cemiyetin maviliği… Ne var ki yüzlerce savaş, mücadele, anlaşmazlık var dünyamızda ama benim dünyamda sadece denizlere ve göğe ait olacak bu mavilik çünkü benim dünyamda kendi çıkarları için diğerlerini ateşe atan bencil diplomatlar ve siyasetçiler yaşamayacak. Tarih kitaplarında çatışmalar yerinde dostluk ve kardeşlik yer alacak.

Mavi kağıdıma sihrini üfledikten sonra laciverti kelimelerimle resmetmeye başladım bu sefer de. Uzayın engin derinliklerini anımsattı bana lacivert ama bu sefer kaynaklar tükendiği için keşfedilen bir uzayı değil de salt meraktan keşfedilen bir uzayı.

Son olarak liyakatin rengi moru aktaracakken kağıdıma bir rüzgar kaptı kağıdımı. Kağıdım açık pencereden dışarı fırladı. Uçtu, uçtu… Sonra gözden kayboldu. Kim bilir, belki de rüzgar hayallerimi gerçekleştirebilecek birine armağan etmiştir kağıdımı.

(Visited 87 times, 1 visits today)