Takvimler 16 Mart 1916’yı gösteriyordu, yıllardır Çanakkale’de yaşamama rağmen ilk kez ayak bastığım Gelibolu’daydım. Keşke büyük teyzem Ayşe’nin oğlu Ali’yi görmek için burada olsam ancak ben burada bir akraba ziyareti için değil, ülkemi, evimi benim elimden almak için gelmiş gavurlara karşı koymak için buradayım. 5 yıldır Payitaht’ın ordusunda çavuş olarak görev alıyorum ama ilk defa evime bu kadar yakın konuşlandırıldım. Nereden bilebilirdim ki gün gelince yıllardır yaşadığım ili savunmak durumunda bırakılayım. Anlamıyorum, bu İngilizler bizden ne istiyorlar aklım almıyor. Hem peşlerine sömürge Anzakları, Hintlileri de takıp getirmişler, onların günahı neydi ki? İngilizlerin maymun iştahlılığı yüzünden binlerce fersah öteden, yuvalarından koparılıp getirildiler Çanakkale’me.
Ben bunları düşünedurayım güneşin ilk ışıkları yüzüme çaptı ve sabah namazının vaktinin geldiğini müjdeledi. Ayaklanıp taburumdaki diğer arkadaşlarımı namaza çağırmaya gidiyordum ki bir de ne göreyim, karşı siperlerdeki askerlerden bazıları da bizimkilerle birlikte uyanmışlar! Tam “Düşman sürpriz saldırıya geçiyor, koşun, silahlarınızı kapın!” diye avazım çıktığı kadar bağıracakken gördüğüm düşman askerinin oturup kalktığını fark ettim, içimden “El bombası atacak!” demişken bir de ne göreyim? O bomba attığını zannetiğim asker oturup kalkıyor, evet, ama aynı zamanda da ellerini açmış göklere yakarıyor. Ben bunu izlerken bölük arkadaşlarımdan Emin ve Süleyman uyanıp yanıma geldiler. Süleyman fısıldayarak “Hayırdır Ziya, neye bakıyorsun böyle fal taşı gibi gözlerle?” diye sordu. Sorusunun ardından karşı siperdeki düşman erini göstererek “O da bizim gibi namaz kılıyor.” dedim.
Hintli asker namazını kılarken biz de arkadaşlarımla namaza başladık, biz secde ettikçe düşman askeri de bizimle birlikte eğiliyordu. Daha önce savaşın hiç böylesini görmemiştim, aynı kitabın altında birleşen insanlar farklı saflarda birbirlerinin kanlarını döküyordu, din kardeşi olmalarına rağmen. Gerçi Hicaz Cephesi’nde Arapların Türklere ihanetinden sonra hiçbir şey şaşırtmıyor beni o kadar.
Namazımız bitince diğer bölük arkadaşlarımızı uyandırmaya gittik, neticesinde savaş meydanı uykuyu beklemezdi. Bizimkiler bir bir uyanıp kuru ekmekle kahvaltı ettikten sonra tüfeklerimize mermileri doldurduk. Artık hazırdık. Herhangi bir muharebe patlak vermeden okuma yazma bilenler cep Kuranlarını okudu, okuma yazması olmayanlar ise çatışmadan önce son bir kez Kelime-i Şehadet getirdi. Tüm bunlar yaşanırken o Hintli askerin ne yaptığını merak ediyordum. Acaba o da bizim gibi ölümünü göze alarak mı savaşıyordu? Gerçekten kendi rızasıyla mı gelmişti İngiliz safında savaşmaya? Sonuçta bizim vatanımızda savaşıyorlardı, biz bu toprakların bir avucunu bile onlara vermeyi göze alamazdık. Onlarsa Emperyalistlerin açgözlülükleri yüzünden topraklarımızı işgal ediyorlardı, hem de kendi topraklarını savunamayıp İngiliz sömürgesi olmuşken. Kendi vatanını savunamayan kölelerin ülkemde ne işi vardı? Kendi yurdumdan, kendi evimden atılmaya tahammül edemezdim; böyle düşünen tek kişi ben olmayacaktım ki bölüğümüze hücum emri geldi, altında Mustafa Kemal Paşa’nın imzası. Hemen toparlanıp hücuma geçtik, düşmanların üzerine kurşun püskürtürken aklımada yalnızca bir düşünce vardı: Ya istiklal, ya ölüm!
