Bir sabah uyandığımda, herkesin iç sesini duyabildiğimi fark ettim. Önce garip bir histi. Annem mutfakta sessizce çay demlerken zihni cıvıl cıvıldı: “Bugün pazara uğramayı unutma… Çocuğa da moral vermek lazım, sınav günü…” Donup kaldım. Dudakları kıpırdamıyordu ama ben her şeyi net duyuyordum.
Balkona çıktım, sokağa baktım. Yan komşu Cemil amca, posta kutusunu karıştırırken içinden geçiriyordu: “Bu faturalar bitmiyor kardeşim. Emekli maaşı neye yetecek ki?” İlk başta heyecanlandım. Bu, bir süper güç gibiydi. İnsanların gerçek düşüncelerini duymak, yalan söyleyip söylemediklerini bilmek, onları daha iyi tanımak…
Fakat zamanla anladım ki bu, sadece bir yükmüş. Otobüse bindim, iç sesler her yandan hücum etmeye başladı: “Yüzüme mi baktı? Kesin sivilcemi gördü.” “O mesajı neden hâlâ okumadı acaba?” “Bugün istifa etsem ne olur? Cesaret edemem ki…”
Okula girdiğimde işler iyice kontrolden çıktı. Herkesin aklından geçen en gizli düşünceler, korkular, yalanlar beynimde yankılanıyordu. Kimin kimden nefret ettiğini, kimin kıskandığını, kimin kırıldığını duymak ağır gelmeye başlamıştı. Sınıf arkadaşlarımın iç sesleri, sınıfta dolaşan görünmez bir uğultuya dönüşmüştü. Göz göze geldiğim her birinin kafasının içi önümde açılıyordu:
“Dışarıdan mutlu görünüyorum ama içim bomboş.”
“Kimse anlamıyor beni…”
Bir anda çok yalnız hissettim. Herkesin acısını bilmek ama hiçbirine dokunamamak… Bu, bir bağ kurmak değildi. Bu, duvarların ardında hapsolmuş sesleri dinlemek gibiydi.
Eve dönerken adımlarım ağırlaştı. Yüzümde bir ifade yoktu ama içimde fırtına kopuyordu. O gece yatağa uzandım ve gözlerimi kapatıp sadece bir şey diledim: “Lütfen… Yarın her şey normale dönsün.”
Ve sabah… Sessizlik. Kuşların cıvıltısı, annemin çay karıştırma sesi, dışarıdaki araba kornaları… Ama insanların iç sesi yoktu. O uğultu gitmişti. İlk kez bir sessizlik bu kadar huzur vericiydi.
Ve o an anladım:
Bazen en büyük mutluluk, kimsenin içini duymamaktır.
Sessizliğin kıymetini o gün öğrendim.
