Gitmelisin!

Bu sabah da alarmın çalmasına bir dakika kala uyandım. Telefonumu her akşam koyduğum yerde bulamayınca montumun cebinde bıraktığımı düşündüm ve kalkıp elimi yüzümü yıkadım. Dünkü giysilerimi giydim, çabucak bir tost yapıp çantamın ön gözüne koydum. Evimin altındaki büfeden bir şişe taze portakal suyu aldım. Adımlarımı hızlandırarak metro durağına doğru yürürken biri yandan da karnımı doyurmaya çalıştım. Bu şehirde yaşamaya başladığımdan bugüne kadar masada oturup da öyle eskisi gibi uzun uzun kahvaltı yapmıyorum. Sadece kahvaltı değil her öğünüm ayrı bir koşturmayla geçiyor, sürekli bir yere ya da bir şeye yetişme çabasındayım.
Dik ve kalabalık merdivenlerden inip metroya bindim. Boş olan tek koltuğa oturup gözlerimi kapattım. Vagonda çalan müzik güne sakin başlamak için birebirdi. Bir saat içinde gireceğimiz o yoğun tempoya kadar bizi rahatlatmak ve zihnimizi dingin tutmak için  özenle seçilmiş gibiydi. Bir ara gözüm önümdeki adamın gazetesine takıldı. “Şehirde gizemli mesajlar.” yazılı bir haber gördüm. İçeriğini merak edince Internet’ten gerisini okumak için elimi cebime attım fakat telefon cebimde de değildi. Bir yandan “Bu kaybettiğim kaçıncı telefon!” diye kendime kızarken, ineceğim yere yaklaştığım için yerimden kalktım. Ofise en yakın istasyonda indim, binaya kadar yürüyüp asansörle 8. kata çıktıktan sonra odama ulaştım.
İçeriye girdiğimde oda arkadaşım henüz gelmemişti. Jaluziyi yukarıya kadar çektim, bulutların arasından sızan güneş ışığı odayı az da olsa aydınlattı. Masamda dünden kalan suyu çiçeklere dökmek için bardağıma bakınırken dosyaların üzerinde mor bir zarf gördüm. “Bu da ne şimdi?” söylendim. Zarfı açtım, içinde telefonum duruyordu. “Demek ki telefonu akşam unutmuşum, birisi de bana şaka yapıyor.” diye düşündüm. “Saçmalıklara ayıracak zamanım yok.” dedim oldukça sesli bir şekilde. Birinin gülerek gelip şaka yaptığını söylemesini bekledim ama böyle bir şey olmadı.
Az sonra oda arkadaşım geldi. Beni görünce gözleri kocaman oldu. Yüzümde masadan yansıyan mor bir ışığın
izi olduğunu, ışığın da zarftan geldiğini söyledi. “Camdaki yansımana baksana!” dedi. Yüzümü cama çevirdiğimde sanki mor bir suyun altındaymışım gibi dalgalı bir ışık alnımda kıpırdıyordu. İşte o an korkmaya başladığımı itiraf etmeliyim. Korku ve şaşkınlığım sürerken ayaklarımın arasında, zeminde benekler gördüm. Benekler odanın zemininde devam ediyor sonra da kapıdan çıkıyordu. “Gitmelisin!”. Korkarak takip etmeye başladım. Odadan çıktım, koridordan geçip merdivenlerden indim. Artık dışarıdaydım. Kimse ayaklarımın altından ileriye doğru uzanıp giden ve yer yer sağa sola dönen bu benekleri görmüyor olmalıydı ki dönüp bakan kimseye rastlamadım. Ne kadar yürüdüğümü bilmiyorum. Belki dakikalar belki saatler sürdü. Kafamı kaldırdığımda kendimi daha önce görmediğim bir parkta buldum. Çevremde onlarca insan vardı. Gerginlikten boynumun kaskatı olduğunu fark ettim. Derin bir nefes aldım. Herkes parkın ortasında bekleyen bir uçağa biniyordu. Ben de onları takip ettim.

“Tüm yolcularımızın dikkatine! Son istasyona gelmiş bulunmaktayız. Trenimiz aksi istikamete devam edecektir.” Hay aksi, biner binmez uyuyakalmışım. O da ne, montumun cebinde telefonum çalıyor, arayan oda arkadaşım.

(Visited 37 times, 1 visits today)