Mart ayı benim için unutulmaz bir dönemdi. Çünkü New York Üniversitesi’ne gitmek üzereydim. Orada hayatım nasıl olacaktı? Tek başıma geçinebilecek miydim? Bu sorular kafamda dolaşırken havalimanındaki kahveci Mavi Dağ’dan yayılan harika bir kahve kokusu dikkatimi çekti. Hemen bir kahve aldım ve içimin ısındığını hissettim.
Kahvemi bitirdikten sonra saatime baktım ve uçağın kalkmasına yalnızca 20 dakika kaldığını fark ettim. Hızla kapıya koştum ve uçağa bindim. Bir süre sonra uçak havalandı. Yolculuk sakin başlamıştı, ancak birkaç saat sonra şiddetli bir fırtına çıktı. Uçak türbülansa girdi ve herkes paniğe kapıldı. Uçağın sallanışını hissediyor, fırtınanın etkisiyle savrulduğumuzu görebiliyorduk. Pilot büyük bir çabayla uçağı kontrol etmeye çalışıyordu. Sonunda, ormana yakın bir boş araziye başarılı bir şekilde iniş yaptı. Neyse ki kimse zarar görmemişti.
İniş yaptıktan kısa bir süre sonra, hepimizi büyüleyen bir manzarayla karşılaştık. Retba Gölü’ne gelmiştik! Gölün rengi pespembeydi. Bu büyüleyici renk, gölde yaşayan özel bir yosundan, Dunaliella Salina adlı bir mikroorganizmadan kaynaklanıyordu. Herkes bu doğa harikasına hayranlıkla bakıyordu.
Pilot SOS sinyali göndermişti, ancak yardım gelene kadar gölün etrafında kalmamız gerekiyordu. Gölün içinde tuz toplayan bazı yerel halk gördük. Bu insanlar hem gölden tuz çıkarıyor hem de geçimlerini bu şekilde sağlıyorlardı. Onlar bize yardım etti ve ihtiyaçlarımızı karşıladı.
Sonunda yardım uçağı geldi. Yerel halkla vedalaşıp yeniden yola koyulduk. Bu unutulmaz deneyimle dolu yolculuğun ardından güvenli bir şekilde Amerika’ya ulaştık.
