Bir sabah uyandığımda herkesin iç sesini duyabildiğimi fark ettim. Annem mutfakta kahvaltı hazırlıyordu. “Umarım bugün kavga etmeden yerler…” diye geçirdi içinden. Kardeşim salonda oturmuş televizyon izliyordu. “Keşke şu saçma sapan okul hiç olmasa!” dedi zihninde.
Şaşkınlıkla gözlerimi ovuşturdum. Bu bir rüya mıydı? Dışarı çıktım. Komşumuz Çiçek teyze beni ve kardeşimi selamladı ama içinden, “Yine bu çocuğun topu camı kıracak.” diyordu. Şaşkınlığım büyüdü. Herkesin zihni bana sonuna kadar açılmıştı. Okula varınca her şey daha da tuhaflaştı. Başta eğlenceli gibiydi, gizli düşünceleri bilmek…
Ama zamanla bu yetenek yorucu olmaya başladı. İnsanların içi, dışlarından çok daha karışıktı. Düşündükleriyle yaptıkları birbirini tutmuyordu. Teneffüste otururken en yakın arkadaşım Ceyda yanıma geldi. Yüzünde sıradan bir ifade vardı ama zihni çığlık atıyordu: “Sınavdan düşük not aldığım için dün gece yine azar yedim. Sanki bilerek yapıyorum. Kimse beni umursamıyor. Keşke biri beni anlasaydı.” O an bir şey fark ettim: Bu yetenek sadece bir lütuf değil, aynı zamanda bir işkence kaynağıydı. Daha önce fark etmediğim acılar, korkular birer birer kulağıma fısıldanıyordu. Bir kişi “Ben iyiyim.” dediğinde bile zihni haykırıyordu: “Yalnızım.” Öğleden sonra sessiz bir köşede otururken kafamın içinde onlarca ses birbirine karıştı. Kiminin hayali, kiminin umudu, kimininse umutsuzluğu vardı. Bir öğretmen, “Keşke bu sınıfta bir kişi beni gerçekten anlasaydı…” diye düşünüyordu.
Her düşünce bir ağırlıktı. O gece yatağa yattığımda içimden tek bir dilek geçirdim: “Lütfen yarın yine sadece sessizliği duyabileyim.” Ve sabah olduğunda mutfağa gittim. Annem kahvaltıyı hazırlıyordu. Bekledim. Dinledim ama tavadaki omletin cızırtısından başka bir şey duymadım.
İçimden geçirdim:
“Sessizlik en güzel müzik…”
Annem bana dönerek “Değil mi?” dedi.
