Günlük hayatımızda sürekli karşımıza çıkan bir kelime var. Özgürlük, özgürlük, özgürlük; peki ne bu özgürlük? Yani, aslında “özgürlük” kelimesiyle ne anlatılmak isteniyor? Zaten özgürlüğün kelime anlamının “herhangi bir koşulla sınırlanmama, zorlamaya, kısıtlamaya bağlı olmaksızın düşünme ve davranma durumu.” veya benzeri bir söz öbeği olduğu herkesçe biliniyordur diye tahmin ediyorum. Fakat kelime anlamının dışında, tam olarak neyi temsil ettiğini bulmak için biraz derinlere gideceğiz. Bunun için düşüncelerine göz atacağımız iki farklı filozof var. Bunlardan biri Jean-Jacques Rousseau iken, diğeri ise Friedrich Nietzsche.
Jean-Jacques Rousseau, başyapıtı olan Toplum Sözleşmesi’nde, “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur. Falan kimse kendini başkalarının efendisi sanır ama böyle sanması onlardan daha da köle olmasına engel değildir.” şeklinde bir tespitte bulunur. Hatta bunu da şu şekilde devam ettirir: “Köleler zincirler içinde her şeyi, hatta onlardan kurtulma isteğini bile yitirirler. Köleliklerini sever hale gelirler.” Rousseau’nun, bu ünlü sözlerini ortaya koyarken anlatmaya çalıştığı şey, insan varlığının dünyaya gözlerini açtığı zaman özgür olduğu, yani din, dil, ırk fark etmeksizin herkesin özgür olarak doğduğudur. Yani ona göre, insanlarız tamamı, insan toplumsal yapısına dahil olmadan önce mutlak bir özgürlüğe sahiptir.
Fakat sonrasında, Rousseau, insanın gittikçe daha da özgürlüğünün kısıtlandığını, ve en sonunda insanın doğasındaki “pragmatizm” düşüncesiyle birlikte ortaya çıkan bitmek bilmeyen “yönetme” ya da “kontrol etme” arzusunun bir ürünü olan sonsuz güç hiyerarşisinin içinde kaybolduğunu düşünür. Hatta ona göre, bir başkasının özgürlüğünü kısıtlamaya marifet bilerek, bundan aldığı hazla birlikte kendini özgür zanneden kimselerin dahi, özgürlüğünü tam olarak kullanmasına mani olacak başka kişiler vardır, yani bu yozlaşmış toplum anlayışı içinde, en küçük bir istisna olmamakla birlikte, hiç kimse tam olarak özgür değildir.
Rousseau, bir anlamda, özgürlük kavramının bir yanılsamadan ibaret olduğunu, bu dünya düzeni devam ettikçe de bunun böyle olacağını savunur. Zira, Toplum Sözleşmesi’nde de bahsedildiği üzere, bu sistem, zincirlere bağlı haldeki kölelere dahi özgür olduklarına inandırarak köleliklerinden memnun olmalarını sağlayabilir. İnsanlar arasındaki tepesi olmayan hiyerarşide, her bir kimse bir üstündekinin elde edeceği fayda için çalışırken, bir yandan da onun faydasını sağlamak için çalışan kimseler vardır. Ne acıdır ki, ironik bir biçimde, kimse bu durumun farkına varamaz ve herkes çalışırken kendine bir yarar sağladığını, yani pragmatik bir eylem gerçekleştirdiği yanılsamasıyla kendini tatmin eder. Gösterdiği emeğin karşılığını aldığını zanneder. Böylece bu döngü sürüp gider.
Şimdi ise bir de bu konuyu tamamen farklı bir yönden ele alan Friedrich Nietzsche’nin perspektifinden bakalım. Nietzsche’nin özgürlük hakkındaki düşüncelerini temelde açıklamak için “Özgürlük, insanın kendine karşı sorumluluk alabilmesidir.” şeklindeki sözünü ele alabiliriz. Ama ilk olarak, bu sözle tam olarak ne anlattığını anlayabilmek için yüzeysel bir bakış açısından kurtulup ünlü filozofun düşüncelerinin daha da derinine inmemiz gerek.
Nietzsche, İyi ve Kötünün Ötesinde (Beyond Good and Evil) kitabında da değindiği üzere, insanın özgür iradeye sahip olmadığını ve “özgür irade” düşüncesinin doğrudan kaba ve aptalca olduğunu düşünür. Ona göre özgür iradenin varlığını savunmak, insanın yaptığı eylemler üzerinde Tanrı’nın,-ki kendisi sanılanın aksine ateist değil sadece dönemin din anlayışının toplumun gelişmesini engellediği üzerine tezlerinden anlaşıldığı üzere anti-teisttir.- Dünya’nın, atalarının, toplumun ve birçok daha fazlasının etkisini tamamen göz ardı etmekten başka bir şey değildir. Hatta daha da ileri gidip, özgür iradenin Hristiyanlık tarafından ortaya atılan, eylemlerinin suçunu Tanrı’dan insanın kendisine atmak için tasarlanmış bir yalan olduğunu iddia eder.
Fakat ne gariptir ki Nietzsche, özgür iradenin düşüncesel anlamda tam zıttı olan özgür olmayan iradenin de varlığını yalanlar. Onun bakış açısından, aynı özgür irade gibi özgür olmayan irade de metafiziksel bir saçmalıktan ibarettir. İrade, yani insanın gerçekleştirdiği eylemleri kendisinin belirliyor olması, “özgür” veya “özgür olmayan” şeklinde nitelendirilemez. Bu kavramlar tamamen psikolojik nedenlerle ortaya çıkmış olan, insanın Dünya’yı, içinde bulunduğumuz gerçeği ve bizzat kendisini anlayabilme arzusunun bir sonucu olarak basitçe uydurulmuş anlatılardır.
Madem insan varlığı, ne özgür iradeye ne de bunun tamamen yokluğuna yani özgür olmayan iradeye sahip değilse, insan hiçbir şeye karar veremez mi? Yani aslında hiçbir zaman ne yapacağımız noktasında belirleyici faktör biz değil miyiz? Nietzsche’nin ise buna beklenenden oldukça farklı bir cevabı var. Onun için, insan iradesini anlamak amacıyla, bu sahte anlatıların yerini dolduran ve gerçek olduğunu düşündüğü farklı ve çok daha karmaşık kavramlar bulunmakta. Bu kavramlar ise “Güçlü” ve “Zayıf” irade. Onun gözünden insan, iradesinin ne kadar güçlü olduğuyla doğru orantılı olacak şekilde özgürdür. Bu güçlü olma algısı ise, insanın kendi ahlaki değerlerini belirleyebilme noktasında ne kadar sorumluluk sahibi olduğuyla alakalı.
Başka bir deyişle, Nietzsche, insanın değer yaratma özgürlüğünün bulunduğunu, sürü psikolojisi ve toplumun genel yargılarından bağımsız bir şekilde, kendi eylemlerinin bir yol haritası olan ahlaki değerlerini ve sınırlarını belirleyebilmesinin sorumluluğunun kendisine ait olduğuna ithaf eder. Toplumun hiyerarşik düzeni de bunun üstünedir. Yani, ahlaki dürtüleri güçsüz olanlar güçlü olanların hizmetinde olacak şekilde bir toplum anlayışı şekillenmiştir. İnsanın sahip olduğu iradenin ne kadar güçlü olduğu ise, hiyerarşik düzen içindeki konumunun ayrılmaz bir parçasıdır.
İki filozofun da konu hakkındaki düşüncelerini detaylıca incelediğimize göre, şimdi de benim fikirlerime gelelim. Nietzsche’nin insan eylemleri üzerinde Tanrı, toplum, ataları ve şans gibi dış etkenlerin belirleyici özelliğinin göz ardı edilemeyecek olması gibi konu hakkındaki birçok düşüncesine katılmakla beraber, Jean-Jacques Rousseau’nun düşüncelerini kendime biraz daha yakın görüyorum. Tabii bunun birçok farklı sebebi bulunuyor.
Nietzsche’nin irdelediği düşünceler üzerine yorum yapacak olursam, değer yargıları yaratma noktasında, bu sorumluluğun tamamen insanın kendisine bırakıldığını düşünmenin ve eylemlerinin çevresine karşı bu denli etkili olduğu ahlaki değerlerini belirleme gibi bir olayı tamamen individüalist yani bireyci bir perspektiften ele almanın gerçeklikten uzak olduğuna inanıyorum. Benim düşünceme göre, insanların gerçekleştirdikleri eylemler ve karşılıklı etkileşimleri neticesinde birbirlerine karşı doğrudan etkileri olduğundan, en azından bu şekilde bir etkinin varlığının söz konusu olduğu ortamlarda, toplumun genel refah seviyesinin gözetilmesi gerektiğinden, ahlaki değerleri yaratan ve insanın sınırlarını belirleyen unsurun toplumun ta kendisi olarak nitelendirilebilir.
Yani, bir insanın ne kadar özgürlüğe sahip olduğuna bu tüm toplumu etkilediği için ahlaki değerler gibi noktalardan toplumun karar vermesi gerekir. Zira ahlak, “toplum içinde bireylerin uymak zorunda bulundukları davranış biçim ve kuralları” olarak tanımlandığından insanın bunu kendisinin belirlediği taktirde, toplumun birlikte hareket etme kabiliyeti ve insanların etkileşimleri ciddi anlamda zarar görecektir. Ki bu da, tamamen individüalist bir toplum anlayışı anlamına gelir. Öte yandan, toplum ve hiyerarşik düzende ciddi yozlaşmalar olduğu için, bir noktada insanın kendi değer yargılarını kendisinin yaratmasında haklılık payı olmakla beraber, bu istisnai durum toplumun insanın özgürlüğünün ne kadar büyük olabileceği konusunda bazı düşüncelere varma sorumluluğunu tamamen yok saymamıza sebep olamaz.
Jean-Jacques Rousseau’nun yazılarında değindiğine benzer şekilde, ben de insanın diğer insanların ona empoze ettiği değerlere maruz kalmadan ve yozlaşmış toplumun acımasız hiyerarşik düzeninin bir parçası haline gelmeden önce saf ve insan iradesinin sahip olabileceği mümkün olan en yüksek özgürlüğe sahip olduğunu fakat değinmiş olduklarımın etkisiyle mevzubahis kişinin özgürlüğünün gittikçe daha da kısıtlandığını düşünüyorum. Yani temelde anlatmaya çalıştığım şey, toplumun ahlaki değerleri yaratma konusunda sorumluluğunu doğru şekilde yerine getiremediği ve bu yozlaşmış düzen yüzünden insanın özgürlüğünün bu denli kısıtlanmış olduğu, bu böyle gittikçe de herhangi bir değişim olmayacağı.
