İçimdeki Yağmur

Her zamanki gibi yine güneşli ve sıcak bir sabaha uyandım. Dünyanın öbür kısımlarında insanlar buna sevinse de Afrika’da işler farklıydı. Artık biraz da hava kapalı olsun, yağmur yağsın diye dua ediyorduk. Daha küçükken yağmurlu günlerin de geleceğine inanmıştım ancak zamanla umudumu yitirmiştim buradaki herkes gibi.

Ben Nijerya’nın Sahra Çölü’ne yakın kısmında yaşıyorum. Tabii eğer buna yaşamak denebilirse. Biz her öğün için küçük bir plastik bardak su alıyorduk ki günde iki öğün bazen yiyebiliyorduk. Köyün tamamı da aynı durumda. Beslenme çok büyük bir problem. Bu nedenle herkes yapabileceğini yapıyor. Daha 8 yaşında olduğum halde işe başladım. Köyde yapabileceğim tek bir iş var o da tarla ile ilgilenmek. Bazen kendime soruyorum; bir çocuk neden bu kadar yorulur? Akşam olduğunda toprağın kokusu bile bana acı veriyor. Gözlerim yanıyor, başım dönüyor. Ama duramam. Durursam ailem aç kalır. Herkes kendini yıprattığı halde yeterli olmuyor. Geçen gün dedem yeterince su içemediği için sokak ortasında bayıldı. Ailem zaten doğru dürüst beslenemiyordu üstelik dedem de ekstra beslenmeye ihtiyaç duyduğu için artık annem ve babam yedikleri ve içtiklerinin yarısını dedeme veriyorlar.

İki ay önce teyzem vefat etmemiş olsaydı hayatımız çok daha kolaylaşacaktı. Teyzem kendisinin yaşadığı komşu köye taşınmamızı sağlayacaktı fakat geçen ayın başlarında suyun kirliliği yüzünden hastalandı ve kısa süre içinde hayatını kaybetti. Oraya taşınmış olsaydık bir ünlü internet fenomenlerinin geçen hafta yenilediği okullardan, tertemiz suyundan ve diğer imkanlardan faydalanabilecektik. Ama teyzemin ölümü dolayısıyla burada sıkışıp kaldım. Orada çocuklar eğitim görürken ben burada 9 saat boyunca çalışmak zorundayım. Onlar litrelerce temiz suya sahipken ben burada gün boyunca bir litre kirli su bile içemiyorum.

Bu küçücük köyün ve bütün sakinleri neden acı çekiyor? Biz bunu hak edecek ne yapmış olabilirdik ki? Neden şans bir defacık da olsa yüzüme gülmedi? Neden, neden? Acaba hiç bilecek miyim nasıl sabahları kalkıp okula gitmenin nasıl hissettirdiğini? Boş zamanlarımda yanına uğradığım ağacın yanına gidip ona dertlerimi anlatmak istedim. Yanına gittiğim zaman onun da dertli olduğunu gördüm. Kurumuştu. Yakında tamamen ölürdü muhtemelen. Köyümüzde bir canlı daha can verecekti yakında. Son bir veda etmek istedim. Ona dedim ki “Hep talihsiz olaylar, can sıkıcı gelişmeler gördüm buralarda. Bir kere de coşkulu olmanın, heyecanlı olmanın nasıl bir his öğrenmek isterim.” Biraz daha dertleştikten sonra uyuyakaldım. 

Uyandığımda bir hayatımdaki bir ilke tanık oluyordum. Yağmur yağıyordu. Gözlerime inanamadım. Rüyada olmadığıma emin olmak için kendimi çimdikledim. Hiçbir şey hissetmedim. O zaman anladım ki bu bir rüyaydı. Yine de ağaca teşekkür etmek istedim en azından bana bu yağmur denen hediyenin ne olduğunu gösterdiği için.

Tam o sırada köy meydanından sesler geliyordu. Kısa boylu bir adam yüksek sesle Buralı olmadığına emindim çünkü ten renginden yüz hatlarına ve duruşuna kadar bizden farklıydı. Ayrıca dilimizi konuşuyor bile denemezdi. Sadece yerlilere anlaşılmaz bir şekilde  “Yardım ediyormuşum gibi mutlu olun!” dediğini anlayabildim. Onlar da açıkça reddettiler adam da söylene söylene uzaklaştı. Ne olduğunu çok merak ettim o nedenle yanlarına gidip sordu ne olduğunu. Onlar da internet fenomenlerinin bizim köyümüze ekonomik destek sağlamayı planladığını, bu konuştukları adamın da yardım sağlamadığı halde sadece buraya gelip yerlilere yardım etmiş gibi duran bir paylaşım yapmaya çalıştığını anlattılar. Bunu duyunca insan internetin içindeki pis yalanlara sinirlenmeden edemiyor. Adam uzaklaştığı sırada bağırdım ona: “Biz merhametin dekoru değiliz. Biz de insanız…  Hatta sen ve senin gibilerden daha insanız!” diye bağırdım. Bütün öfkemi, üzgünlüğü ve bütün negatif duygularımı adama kustum. Bu biraz da olsa beni rahatlatmıştı. 

O sırada bir rüzgar uğultusu işittim. Susup sese odaklandım. Rüzgâr normalde sıcak ve kuru olurdu ama bu sefer garip bir serinlik taşıyordu. Bu sıcakta içimdeki aleve iyi gelmişti. Sonra gökyüzüne baktığım zaman ufkun çok uzağında, griye çalan ince bir çizgi gördüm. Herhalde hala rüya görüyordum. O toprağın dinlendirici ve umut dolu kokusunu alınca yağmurun köyümüzün kapısını çaldığını hissettim. İnsanlar köy meydana fırlamaya başladı. Bazıları sevinç gözyaşları döküyordu, öbürleri ise afallamış bir şekilde gökyüzüne bakıyordu. Kalbim hızlandı. Yine de garip bir korku sardı içimi. Çünkü bize burada, umut bile fazla gelirdi bazen. Umutlanmak istemedim çünkü korkuyordum umudun boşa çıkmasından. Bu herkesi çok yıkardı. Ben de yıkılmaktan korkuyordum. 

Korktuğum başıma geldi. Bulutlar yavaşça dağılıp gökyüzü yeniden çölün o acımasız rengine döndü. Herkes sessizce köy meydanından uzaklaştı. Ben ise olduğum yerde kaldım. Rüzgârın o kısa serinliği bile çoktan kaybolmuştu ama içimde yankısı hâlâ duruyordu. O serinlik içime yerleşmişti. Belki yağmur bize hiç gelmeyecekti; belki de burası hiçbir zaman yeşermeyecekti. Ama o an fark ettim ki gerçek yağmur gökten değil, insanın içinden yağardı. Umut dediğimiz şey, beklenti değildi aslında. Umut, insanın kendi içinde yağmur yağdırmasıydı. Ben o an başarabileceğimi hissettim. Belki ağaç kurumuştu, belki köy susuzdu ama içimdeki bulutlara yağmuru ben yağdıracaktım. Ve bu yağmuru bütün dünyaya yağdıracaktım. Başka bir çocuğun umudu ben olacaktım. İşte tam o anda, tam burnumun ucuna bir su damlası düştü.

 

 

(Visited 2 times, 1 visits today)