Hayatın Külleri

Küçük bir çocuk usul adımlarla yanıma geldi ve seslendi. Kırlmış tahta kılıcını onarmamı istiyordu. Elleri titriyordu, benden mi korkmuştu? Kırık oyuncağını küçük ellerinden aldım. Hemen tamir edip seslendim: “Al bakalım, ufaklık.” Gözleri parladı adeta isteğini yerine getirince. Teşekkür etmeden koşarak uzaklaştı. Uzun bir süredir savaş olmuyordu, bu nedenle şimdilik görevim halkın sorunlarını çözmekti. Bir çocuğun oyuncağını düzeltmek de dahil. Kralın emriydi, yerine getirmemek büyük suç olurdu. Benimle beraber bütün şövalyeler de pek memnundu bu durumdan. Doğru düzgün bir işimizin olmamasına rağmen bu sessizlik, bu sakinlik insana iyi geliyordu. Özellikle de bütün yıllarını savaşta geçirmiş insanlara. Acı içinde atılan çığlıkların ve kılıç seslerinin yerini kalabalığın sesi almıştı.
Zırhımın ağırlığı beni bir hayli yormuş, sabatonlarım iyice çamura batmaya başlamıştı. Pazar alanından ağır ağır yürüyerek çıktım. Yakın mesafede olan bir ağaca yöneldim ve gölgesine oturup kılıcımı yanı başıma koydum. Kaskımı çıkardım, ardından derin bir nefes aldım. Miğferimi yüzüme doğrultup yansımama bir güzel baktım. Pek net değildi fakat izler ve yaralar kolaylıkla ayırt edilebiliyordu. Derin bir nefes daha aldıktan sonra halkı bu mesafeden gözledim. Etrafta koşan çocuklar, sohbet eden insanlar ile başka şövalyeler bulunuyordu. Ortam huzurluydu, neşe doluydu. Keşke o da burada olabilseydi, burada olabilseydi de görseydi başardıklarımızı. Onu hayal ederken uykuya yenildim. Bir bağırma sesiyle gözlerimi açtım: “Duyduk duymadık demeyin! Kral bütün şövalyelerinin derhal kaleye dönmelerini emrediyor.” Duyar duymaz kılıcımı kapıp koşmaya başladım ancak biraz geç kalmış gibiydim. Başka hiçbir şövayle görmemiştim yolumda. Nefes nefese kalenin devasa kapısına ulaştım. İçeriye hızlı adımlarla girdim. Koridorlardan yankı yapan zırhımın sürtünme sesini işitiyor, kimseleri göremedikçe kaygım artıyordu. Herkes neredeydi? Hatta, daha da önemlisi, ne oluyordu? En sonunda bir rahiple karşılaştım ve neler olduğunu sordum. Bana korku dolu gözlerle bakarak cevap verdi: “S-savaş var! Savaş var! Hepimiz öleceğiz…” Elimi omzuna koyup sakinleştirmeye çalıştım zavallı ihtiyarı. Herkesin aşağıda, surlarda savaşa hazırlandığını söyledi. Teşekkür edip tekrardan koşmaya başladım. Savaş çıkamazdı, çıkmamalıydı! Yaşananları kabullenemedim, reddettim. Ancak kaleden çıktığımda, olan herşeyi gördüm. Sayıları göğe ulaşacak gibi bir ordu gelmekteydi bize doğru. Çaresizlikle zırhlı dostlarımın yanına koştum. Bütün savunmamız hazırlıksız görünmekteydi. O anda aklıma bir fikir geldi. Bizi bütün bu sorunlarda kurtarabilecek bir fikir. Hemen krala anlatmalıydım. Arkamı döndüğümde yüreğim bir anlığına durdu. Hiçbir tepki veremeden, patlamanın şiddetiyle dünya gözlerimin önünde karardı.
Karanlık saatler boyunca baygın kaldım, gözlerimi açtığımda gördüklerime inanamadım. Bütün krallık yıkılmıştı. Bütün evler yıkılmıştı ve hepsi de yanıyordu. Acı içinde ayağa kalktım. Bacaklarım beni taşımakta güçlük çekiyordu. Ortalıkta sadece yanan ateşin çıtırtısı vardı. Onun dışında etraf sessizliğe bürünmüştü. Zorlana zorlana yürüdüm. Ölümün içinde bir yaşam izi arayarak ilerledim. Heryeri gezdim ve ancak tek bir şey buldum: yarısı yanmış, kömür karası bir tahta kılıç.

(Visited 10 times, 1 visits today)