Ayna

Karanlık, dokunulabilir bir kumaş gibi üzerime serilmişti. Ne kadar süredir burada olduğumu bilmiyordum; zaman, ağırlığını kaybetmiş bir hayalet gibi etrafımda yüzüyordu. Son hatırladığım, gökyüzünün rengiydi. Ankara’nın yoğun ışık kirliliğine rağmen, o gece Samanyolu, siyaha dökülmüş bir mürekkep üzerine serpilmiş pırlanta tozu gibi parlıyordu. Uzun pozlamalı bir fotoğraf çekimi için dağın yamacına tırmanmıştım.

Sonrası mutlak bir boşluk.

Bir ses, beynimin içinde yankılandı. “Uyan.” Ne bir fısıltı ne de bir bağırıştı; titreşimsel bir emirdi. Kaslarım, aylardır kullanılmayan bir makine gibi zorlanarak gerildi. Başım, sanki içi taşla doldurulmuş bir balondan ibaretti. Ağır ağır, kirpiklerimi araladım.

Gözlerimi açtığımda gördüklerime inanamadım.

Beklediğim şey; çamur, kaya ya da ağaç gövdeleriydi. Ama önümde, cam gibi pürüzsüz, zümrüt yeşili bir zemin uzanıyordu. Zeminin yüzeyi, hareket eden ışık halkalarıyla desenlenmişti.

Yattığım yerden doğrulmaya çalıştım. Vücudumun üzerindeki giysiler yoktu. Üzerimde, derime yapışan, siyah, esnek bir madde vardı. Hareketlerim şaşırtıcı derecede hafifti; sanki Yerçekimi, bir şaka yapıp benden alınmıştı.

Kalktım. Bulunduğum yer, devasa bir salondu. Tavan ve zemin, aynı siyah parıltıyla kaplıydı. Tavan o kadar yüksekti ki, görüş alanımın sonlandığı yerde, ışık bir sis tabakası gibi yoğunlaşıyordu. Ancak bu salonun en şaşırtıcı yanı duvarlarıydı.

Duvarlar yoktu.

Duvarların olduğu yerde, mutlak, saf ve canlı bir uzay manzarası vardı. Sanki bir uzay gemisinin panoramik cam kubbesinin altındaydım, ama bu bir gemi değildi. Etrafımdaki boşluk, Samanyolu’nun kendi içinde bir yarık gibiydi. Göz alabildiğine uzanan, milyarlarca yıldızdan oluşan bir nehir. Renkler, dünyadaki hiçbir paletin taşıyamayacağı kadar yoğun ve parlaktı. Kırmızı devler, mor nebulalar ve hızla dönen mavi cüce yıldızlar, bir film şeridi gibi önümden akıyordu. Burası bir rüya değildi. Burası, evrenin en mahrem köşelerinden biriydi.

“Burası neresi?” diye mırıldandım. Sesim, boşlukta bir yaprak hışırtısı kadar cılız kaldı.

Yeşil zeminde, hemen önümde bir halka belirdi. Halka, gökyüzündeki bir aurora gibi kıpırdayarak havada bir figüre dönüştü. İnsansıydı ama hatları akışkandı, sürekli değişiyordu. Işıktan örülmüş bir varlıktı.

“Korkma, Evren Yolcusu,” dedi aynı ses. Bu kez, sesi daha kişisel, daha yumuşaktı. “Biz, seni bulduk. Dünya’nın küçük titreşimlerini fark ettik ve seni ‘Ayna’ya getirdik.”

“Ayna mı?”

“Bu, bildiğin adıyla Uzay ve Zaman’ın ötesindeki ‘Geçiş Alanı.’ Dünyalılar buna ‘Kara Delik’ diyorlar. Ama bizler için bu, farklı evrenleri ve boyutları birleştiren bir kapıdır.”

Varlığa yaklaştım. Vücudumun üzerindeki siyah elbise parlamaya başladı.

“Neden ben?”

“Çünkü sen, o yıldızlara en çok bakandın. Kalbinde, evrenin ne kadar büyük olduğunu anlama arzusu taşıyordun. Ve şimdi, sana sadece bakmakla kalmayıp, görmeyi teklif ediyoruz.”

Varlığın elini uzattığını hissettim. El, sıcak ama somut değildi. Uzay boşluğu, parmaklarının arasından bir şelale gibi akıyordu. Bir anlığına, tüm evrenin sırları beynime dolmuş gibi hissettim. Korku gitmişti; geriye sadece saf, çocuksu bir merak kalmıştı.

Elimi, tereddütsüzce o ışığa uzattım. Artık biliyordum. Ankara’daki o dağ tepesi ve Samanyolu, bir son değil, sadece bir başlangıçtı.

(Visited 3 times, 1 visits today)