Bir sabah gözlerimi açtığımda kendimi 1890’ların Selanik’inde buldum. Etrafımda taş sokaklar, küçük dükkânlar ve güneşin aydınlattığı neşeli bir şehir vardı. En garip olanıysa yanımda Mustafa adında bir çocukla yürüyor olmamdı. Gözleri pırıl pırıl parlayan bu çocuk, ileride Atatürk olacak küçük Mustafa Kemal’di ve ben onun en yakın arkadaşıydım!
O gün, sabah ilk iş Mekteb-i Şemsi Efendi’ye doğru yürüdük. Okul yolunda bana coğrafya sevgisinden bahsetti. Haritalar çizdiği defterini gösterdi. “Bir gün bu ülkeleri gezmek istiyorum,” dediğinde gözleri uzaklara dalmıştı. Okulda birlikte sıralara oturduk, öğretmen sorular sorduğunda Mustafa her zaman hazırdı. Cesurca el kaldırdı düşüncelerini kararlılıkla savundu.
Öğle arasında bahçeye çıktık. El yapımı bir topumuz vardı, birlikte oynadık. Sonra bana gizlice cebinden çıkardığı bir kitap gösterdi: Namık Kemal’in yazıları. “Özgürlük ne demek, biliyor musun?” diye sordu. Sesinde büyük bir ciddiyet vardı. O an anladım ki karşımda sadece bir çocuk değil, ileride koca bir milleti etkileyecek bir lider duruyordu.
Akşamüstü deniz kıyısına indik. Rüzgâr saçlarımızla oynarken Mustafa gelecekte subay olup vatanı için savaşmak istediğini söyledi. Gözlerinde büyük bir inanç vardı.
Gün batarken vedalaştık. Elini sıktım, “Sen çok büyük işler yapacaksın,” dedim. Gülümsedi. “Beraber yapacağız.” dedi. Uyandığımda hâlâ kulağımda o sözler çınlıyordu. O gün, sadece bir dostluk değil, tarihle iç içe geçmiş bir anı olmuştu.
