Gözlerimi araladığımda güneş, tepenin ardındaki gökyüzünü yeni yeni sarıya boyuyordu. Evimiz dediğim yer, biraz çamur ve otun birleşimi, sabahın keskin ayazını içine hapsetmişti. Karnım, daha yeni uyandığımda guruldamaya başladı, bu sancıya alışalı çok oldu ama yine de her sabah içimde aynı boşluk kıvrılır. Annem çoktan uyanmıştı. Dışarıdaki üç tane taşın ortasına kurduğu küçük ateşin üstünde su kaynatmaya çalışıyordu. Belki bu kaynar suya atılacak bir avuç unumuz olur, belki lapa yaparız. Ama su kaynasa bile içine atacak bir şey bulamadığımız günler ne yazık ki daha çok.
Giyinme faslı, dünden kalma, kurumuş çamur lekeli kıyafetimi giymekten ibaret. Yine de her güne başlarken içimde cam kırığı kadar küçük bir umut kırıntısı beliriyor. Belki bugün köye yardım ulaşır, belki biraz daha yenilebilir ot bulurum ve akşam daha az aç uyurum.
Dışarı adımımı attığımda toprak hala ıslaktı. Gece yağan yağmurun izleri her yerdeydi, yumuşak çamura bastıkça ayak izlerim derinleşiyordu. Kardeşlerim de uyanmıştı. En küçüğümüz, açlıktan çatallaşmış sesiyle anneme sordu: ”Bugün farklı bir şey yiyecek miyiz anne?” Annem her zamanki gibi usulca gülümsedi ancak gözlerinin arkasında saklanan endişesi her halinden belliydi. O gülümseme bizi korkutmamak içindi.
Sabahın ilk işi, köyün ucundaki su kuyusuna yürümek. Güneş tam tepeye tırmanmadan önce bile tenimi yakmaya başlıyor ama en zoru bu sıcak değil. En zoru, kuyunun başında sıranın bize gelmesini beklerken geçen o hiç bitmeyecekmiş gibi hissettiren zaman. Bazen suyun kokusu ağır, bazen rengi bulanık oluyor. Ama o su hayat demek. Başka seçeneğimiz yok. Evin bir köşesinde durmaktan eskimiş, üzerinde lekeler olan bidonu doldururken bile kolum çabucak yoruluyor. Açlık insanı hafifletmez; tam tersine insanın gücünü tüketir.
Öğleden sonra yolum tarlaya düşer. Toprak, taş gibi serttir, ellerim çabucak acır. Yine de çalışmak beni oyalar. Açlığımı unutturmaz ama en azından aklımı başka bir yere taşır. Kimi günler, ağaç altlarında kuru, kararmış meyveler bulurum, başkası almadan alıp eve götürürüm; o gün benim için bayramdır. Kardeşlerim, o küçücük meyveyi paylaşırken yüzlerinde beliren o anlık sevinç, bütün yorgunluğumu alıp götürür.
Akşam çöktüğünde güneş, ufkumuzu kızıl ve hüzünlü bir perde gibi kapatır. Evimize dönerken günün ağırlığı omuzlarımdan aşağı doğru iner. Annem, çorba olsun diye sıcak suya biraz tuzdan başka bir şey atmamıştır yine. İçerken midem yanara ama içimdeki ses hep aynı şeyi fısıldar: ”Yarın daha iyi olabilir”.
İşte o ses bu karanlığın içindeki tek parlak ışık. Beni yaşama bağlayan o sözdür. Çünkü elimden alınan her şeye rağmen, yarına dair umudumu kontrol edemiyorlar. Ben her gece, umudun o incecik tellerine tutunarak uykuya dalarım.
