O yer… Bütün korkuyu, bütün telaşı içine hapseden yer.
Çok korkuyordum. Her yerde kan, her yerde korku… Buna dayanmak çok zordu. Bir taraftan da vatana ve millete verdiğim sözü yerine getirmek için savaşıyordum.
Evet, bu satırları okuyan kişinin bile canı yanmış olabilir. Bundan daha acısı da vardı. Orduya katılan asker sayısı azdı. Ailelerinden ayrılan çocuklar, gençler, yaşlılar, kız ya da erkek fark etmeksizin savaşan yurttaşlar… Cephede savaşamayanlar ise evlerinde dua ediyor, ellerinde ne varsa biz askerlere yolluyordu.
Yoruluyor muyduk? Evet, hem de fazlasıyla… Öyle ki bazen ayaklarımı, bacaklarımı hissedemeyip yere çöktüğüm günler oluyordu. Her yerden bomba ve silah sesleri yükseliyor, yoldaşlarımızın son sözleri kulaklarımızda çınlıyordu. Bağırışlar, yakarışlar, feryatlar… İnsanın bir köşeye çekilip saatlerce ağlayası “Artık yeter!” diye bağırası geliyordu. Yaralı askerleri çadırlara taşıyan hemşirelerin çığlıkları kulaklarımda yankılanıyordu.
Gözüm, yanımda silahını temizleyen dostum Fuat’a kaydı. Tam o anda, Fuat bana doğru gelen kurşunu fark etti ve bir anda beni yere itti. Yere düşmemle birlikte kurşunun alnımın hemen üstünden geçtiğini fark ettim. Fuat’ın korku dolu bakışlarını üzerimde hissettim. Ona baktım ve ölmediğimi anlamanın rahatlığıyla derin bir nefes aldım. Dudaklarımdan kısık bir sesle “Teşekkür ederim.” döküldü.
Şu an hayattaydım ama bu cephede ölüm, en normal şeydi. Bir gün değil, bir dakika daha yaşayacağımın garantisi bile yoktu.
