Yorucu bir haftanın son günüydü, soğuk ve bulutlu bir cumaydı. Okuldan çıkmış, eve doğru ağaçlardan düşen yaprakları ayaklarımla ezerek o çıtırtılı sesler ile birlikte yürüyordum. Rüzgâr hafif hafif esiyordu. Banka oturan bir kediyle karşılaştım, yanına oturdum onu severken yakın zamanda 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamaları yapılacağını hatırladım ve düşünmeye başladım.
“Cumhuriyet nasıl bir şeydir acaba?” Tam o anda yanımdaki bankta bir ses duydum. “Merhaba!” dedi nazik bir ses. Başımı çevirdim, karşımda yüzünden ışık saçan, gülümseyen bir kadın vardı. Gözleri güven veriyordu, sanki yıllardır tanışıyormuşuz, hayatımın bir parçasıymış gibi hissettiren bir enerjisi vardı. “Sen kimsin?” dedim şaşkınlıkla. Kadın gülümseyerek, “Ben Cumhuriyet’im.” dedi. “Cumhuriyet mi?” diye şaşırdım. “Yani Atatürk’ün kurduğu o Cumhuriyet mi?” “Evet,” dedi. “Beni o büyük lider, Mustafa Kemal Atatürk, halkı için, hepiniz için kurdu.” Ne diyeceğimi bilemedim. “Seninle konuşabildiğime hayret ediyorum!” dedim heyecanla. Cumhuriyet bana dönüp, “Neden şaşırdın bu kadar? Ben her zaman senin yanındayım, seninle, herkesle konuşuyorum dedi. Her okulda, her kitapta, her bayrakta, hatta senin kalbinde varım.” dedi.O an içim ısındı. Anladım ki o an tanışıyormuşuz gibi hissetmemin sebebi zaten Cumhuriyet’in kabimde olmasıymış. “Peki, senin en çok gurur duyduğun şey ne?” diye sordum.
Cumhuriyet bir saniye bile beklemeden sorumu cevapladı: “Halkın özgür olması. Artık kimse kulluk etmiyor, herkes kendi geleceğini seçebiliyor. Kadınlar okuyabiliyor, çocuklar hayal kurabiliyor, gençler konuşabiliyor. İşte en büyük gururum bu.”

Biraz düşündüm. “Ama bazen insanlar seni yeterince korumuyor gibi geliyor,” dedim.
Cumhuriyet başını eğdi, sonra tekrar gülümsedi. “Doğru söylüyorsun,” dedi. “Ben de zaman zaman üzülüyorum. Çünkü ben halkın kalbinde yaşarım. Beni korumak demek, adaleti, eşitliği, sevgiyi korumak demektir. Ama inan bana, her yeni nesil beni biraz daha güçlü yapıyor, öldürmeyen her darbe güç veriyor bana.” Bu sözleri duyunca içim umutla doldu. “Peki,” dedim, “Atatürk seni neden ‘kimsesizlerin kimsesi’ olarak tanımladı?” Cumhuriyet derin bir nefes aldı. “Çünkü ben sadece güçlülerin değil, zayıfların da yanındayım. Hiç kimsesi olmayan bir çocuk, benimle eğitim hakkına sahip olur. Yoksul bir genç, benimle geleceğini kurabilir. Ben herkesin eşit olduğu bir düzenim. Atatürk beni, kimse dışlanmasın, herkesin bir yeri olsun diye kurdu.” Bir an sessizlik oldu. Rüzgâr hafifçe esti, yapraklar hareketlendi. “Cumhuriyet,” dedim, “sana bir şey itiraf edeyim mi?” “Tabii,” dedi gülümseyerek. “Seni bazen sadece bir tarih dersi olarak görüyordum. Ama şimdi seni bir anne gibi hissettim. Herkesi koruyan, herkese sahip çıkan biri gibi…” Cumhuriyet’in gözleri parladı. “İşte bunu duyduğuma sevindim,” dedi. “Ben bir tarih değilim, ben yaşayan bir ruhum. Ne zaman adalet istesen, ne zaman özgürlük desene, ben oradayım.” Güneş batarken Cumhuriyet ayağa kalktı. “Artık gitmeliyim,” dedi. “Ama unutma, ben senin içinde varım. Ne zaman beni hatırlarsan, ben seninle konuşurum.” O anda kalbimden bir sıcaklık geçti. Cumhuriyet uzaklaştı, rüzgârla birlikte kayboldu.
Eve dönerken kendi kendime söz verdim: “Ben de seni koruyacağım Cumhuriyet. Çünkü sen sadece bir yönetim şekli değil, benim yaşam şeklimsin.” O gün anladım ki Cumhuriyet, gerçekten de her şeyimizdi. Ve biz onu yaşattıkça, o da bizi yaşatacaktı. Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN de dediği gibi “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”
