Bir zamanlar uçsuz bucaksız bir denizin kıyısında, küçük bir köy vardı. Bu köyün en dikkat çekici yeri, tepenin ucundaki eski deniz feneriydi. Fener yıllardır sönüktü; çünkü fenerin büyülü ışığını yakan kristal çok uzun zaman önce kaybolmuştu. Fener sönünce balıkçılar geceleri yönlerini bulamaz olmuş, deniz sessizliğe bürünmüştü.
Köyde yaşayan Asiye adında meraklı bir kız çocuğu vardı. her gece fenerin karanlık siluetine bakar ve içinden “Bir gün onu yeniden yakacağım.” diye geçirirdi. Bir sabah, rüzgârın kıyıya sürüklediği eski bir şişe buldu. Şişenin içinde, dalgalarla solmuş bir harita vardı. Harita, denizin ortasında ışıltılı bir mercan adasını gösteriyordu. Köylüler bu adanın sadece bir efsane olduğuna inanıyordu ama inandı ve yola çıkmaya karar verdi.
Asiye küçük sandalına binip dalgalarla boğuşarak denize açıldı. Yolda karşısına dev bir fırtına çıktı ama korkmadı. Kalbinde taşıdığı inançla kürek çekmeye devam etti. Günler sonra haritadaki adaya ulaştı. Mercanların arasında parlayan bir kristal buldu. Tam o sırada, adanın derinliklerinden bir deniz goblini belirdi.
Goblin “Bu kristali neden istiyorsun?” diye sordu. Asiye cesaretle “Köyüm karanlıkta kaldı. Işığı yeniden yakmak istiyorum.” dedi. Goblin Asiye’nin gözlerindeki kararlılığı görünce kristali ona verdi. Eve döndü, kristali fenerin tepesine yerleştirdi.
Bir anda gökyüzü aydınlandı, deniz parladı, köylüler sevinçle birbirine sarıldı. Yıllardır sessiz olan dalgalar bile sanki neşeyle şarkı söylüyordu.
Umudu yeniden yeşeriyordu Asiye’nin çünkü ışığın en güzel hali, karanlığın içinden doğuyordu.
