Bir sabah gözlerimi açtığımda, etrafımda yalnızca sonsuz bir sessizlik vardı. Önce rüya gördüğümü sandım; çünkü gördüğüm manzara, hayatımda hiç görmediğim kadar yabancıydı. Gökyüzü alıştığım maviden farklıydı; sanki fırçaya fazla su değmiş ve maviyle turuncu birbirine karışmıştı. Başımı kaldırdığımda güneş gözlerimi kamaştırdı, yüzüme tuzlu bir rüzgâr çarptı. Etrafıma bakınca anladım: bir adadaydım. Sahilin ince kumları ayaklarımın altından kaçıyor, deniz dalgaları nefes alır gibi usulca kıyıya vuruyordu. Ufuk çizgisi yok olmuş gibiydi; gökyüzüyle deniz birbirine karışmıştı. Gözlerim bir gemi, bir kuş, bir duman aradı ama hiçbir şey yoktu. Sadece ben ve doğanın garip, ürkütücü sessizliği…
Kıyı boyunca yürüdüm. Ayağımın dibinden küçük deniz kabukları geçiyordu. Elime aldıklarımdan biri içi boştu ama sesi vardı — kulağıma götürdüğümde denizin derin bir iç çekişini duyar gibi oldum. O an fark ettim: burası yalnızlıkla dolu bir yerdi ama aynı zamanda hayatın en derin seslerini taşıyordu. Biraz ilerleyince ormanın başladığı yere vardım. Toprak nemliydi, ağaçlar gökyüzüne kadar uzanıyor, yaprakların arasından sızan güneş ışığı yere altın benekler bırakıyordu. Hava artık sadece tuz değil, tropikal bir koku da taşıyordu. Belki hindistan cevizi, belki de hiç tanımadığım bir çiçeğin kokusuydu. Kalbim hem korkuyla hem hayranlıkla atıyordu. Her adımda içimde iki ses çarpışıyordu: biri “kaç”, diğeri “kal ve keşfet.” Bir kayanın üstüne oturup dalgaların sesini dinledim. Gözlerimi kapattım. Evimi düşündüm; odamı, ailemi, şehirdeki gürültüyü… Şimdi hepsi çok uzaktaydı. Burada sadece doğa vardı, en saf haliyle. Saatim durmuştu, zaman bile anlamını kaybetmiş gibiydi. Sanki dünya durdu, sadece ben kaldım. Bu sessizlik beni hem özgür hem de çıplak hissettirdi. Adayı keşfetmeye devam ettim. Renkler değişti; yeşilin bin tonu etrafımı sardı. Bazı yapraklar dev gibiydi, bazıları parmak kadar küçüktü. Yerdeki yosunlar yumuşacıktı, sanki doğa bana yatak hazırlamıştı. Bir çiçeğe dokundum; mor ve pembe arasında, neredeyse rüya gibi bir renkti. Parmağıma hafif bir koku bulaştı, hem tatlı hem keskin. Sonra bir su sesi duydum. Takip ettim ve küçük bir şelaleye vardım. Su, taşların arasından gümüş iplikler gibi akıyordu. Yanına çömeldim, ellerimi suya daldırdım. Buz gibiydi. O soğuk dokunuş, içimdeki tüm korkuları aldı götürdü. Yüzümü yıkadım ve suda kendi yansımamı gördüm. Sanki tanımadığım biri bana bakıyordu — gözlerim daha kararlı, bakışlarım daha özgürdü. O an anladım: belki de bu ada beni korkularımla yüzleştirmek için vardı.
Akşamüstü olunca gökyüzü altın, mor ve pembe tonlarına büründü. Güneş, denizin içine batarken dalgalar parladı; sanki dünya bir anlığına alev almış gibiydi. Yavaşça karanlık çöktü, yıldızlar birer birer belirdi. Onları izlerken içimde derin bir huzur hissettim. Artık korkmuyordum. Belki yarın biri beni bulur. Belki de sonsuza kadar burada kalırım. Ama fark etmiyor. Çünkü bu ada bana, sessizliğin de bir sesi olduğunu öğretti. Bazen insan, kalabalıkların içinde değil, yalnızlığın ortasında kendini bulur. Ve belki ben de burada, dalgaların şarkısında, rüzgârın fısıltısında, yaprakların hışırtısında kendimi bulmuşumdur.
