Önce anlam veremedim. Annem kahvaltı hazırlarken ağzından tek kelime çıkmıyordu ama ben net bir şekilde şunu duydum:
“Yine geç kaldı. Bu çocuk sabahları hep geç kalkıyor. Yumurta da soğuyacak şimdi.”
Donup kaldım. Dudakları kıpırdamamıştı. Yüzü ifadesizdi. Ama sesi… içimde yankılanmıştı. Kulaklarımda değil, kafamın tam içinde, beynimin kıvrımlarında dolaşan bir düşünce gibi.
Sokakta yürürken daha da netleşti her şey.
Bir adam yanımdan geçerken içinden geçeni duydum:
“Bu kravat beni boğuyor. İşe gitmek istemiyorum. Yeter artık.”
Bir çocuk, elindeki balonla gülümserken bağırdı kafamın içinde:
“Keşke balonum hiç patlamasa. Hiç. Sonsuza kadar böyle kalsa.”
Önce eğlenceliydi. İnsanların sırlarını öğrenmek… Gerçek yüzlerini görmek. Ama zamanla ağırlaştı. Gürültüye döndü.
Kalabalık bir metroda ayakta durmak, bir senfoni orkestrasının aynı anda yirmi farklı parçayı çalmasına benziyordu. Kafam zonkluyordu. Herkesin sesi üst üste biniyor, kimin ne dediğini ayırt edemez hâle geliyordum.
Ve en kötüsü…
Kendi iç sesimi duyamaz oldum.
İnsanların beklentileri, korkuları, bastırdıkları öfkeleri, pişmanlıkları arasında sıkıştım.
Bir gün babamın sessizce çay içtiğini gördüm.
Ama kafamda yankılanan tek cümle şuydu:
“Oğlum mutlu mu bilmiyorum. Onunla konuşmayı hep erteledim…”
İşte o gün karar verdim.
Yalnız bir yere gitmeliydim. İnsanlardan uzak, iç seslerin sustuğu, sadece kendi sesimi yeniden duyabileceğim bir yer bulmalıydım.
Çünkü sessizlik, bazen en yüksek çığlıktan bile daha değerlidir.
Yalnız bir yere gitmeliydim…
İnsanlardan uzak, seslerden uzak.
Kendi içimde kaybolmadan önce, kendimi bulmalıydım.
Bir çantaya birkaç eşya koyup, şehir dışındaki eski dedemlerin dağ evine gittim. İnternet yoktu, sinyal bile çekmiyordu. Dağların arasında sadece rüzgârın uğultusu ve yaprakların fısıltısı vardı.
İlk gece huzurluydu.
İkinci gece… kafamın içi sessizliğe alışmaya başlamıştı.
Ama üçüncü gün…
Birdenbire bir ses geri geldi.
“Beni neden terk ettin?”
Donakaldım. Ses tanıdıktı. Kadifemsi, yumuşak, biraz kederli.
İlk aşkımdı bu sesin sahibi: Elif.
Yıllar önce, hiçbir açıklama yapmadan gitmiştim hayatından. Konuşmaktan korkmuştum, duygularımı anlatmaktan.
Şimdi onun iç sesi dağ evinde bile beni bulmuştu.
Ama… nasıl?
Ertesi sabah başka sesler de gelmeye başladı. Bu kez tanımadığım insanlar değil, hayatımdan çıkardığım, kaçtığım herkes.
Eski dostlar.
İhmal ettiğim kardeşim.
Beni büyüten babaannem.
Hepsinin iç sesi, suçlayıcıydı.
“Bir arayıp halimi sorsaydın ne kaybederdin?”
“Ben hep senin yanında oldum, sen neredeydin?”
“Korktun, biliyorum. Ama bu, kaçmanı haklı çıkarmaz.”
Sadece onların iç sesini değil, kendi vicdanımı da duymaya başlamıştım.
Kendi iç sesim, en sessiz kalandı bu zamana kadar.
Ama şimdi o da konuşuyordu:
“Yüzleş. Artık kaçamazsın.”
Ertesi gün kasabaya indim. Elif’in yaşadığı evi buldum. Kapıyı çaldım. Göz göze geldiğimizde, hiçbir şey söyleyemedim. Ama onun iç sesi yine yankılandı:
“Sadece bir açıklama istedim. Bir cümle… Neden gittiğini bilmek…”
Yutkundum. Bu kez sessiz kalmadım.
“Aptaldım,” dedim.
“Korktum. Ama artık kaçmak istemiyorum.”
Elif, uzun süre baktı yüzüme. Sonra kapıyı kapatmadı.
İşte o an ilk defa… sessizlik huzur verdi.
Ve o sabah, yıllar sonra ilk defa, sadece kendi iç sesimi duydum:
“İyi ki geri döndün.”

