Bir gün gökyüzünden mavi yerine yeşil yağmaya başladı ve her şey değişti. Anneme “Bu nedir?” diye sordum. Asit yağmuru denirmiş buna, zararlı olan gazlar çok fazla miktarda açığa çıkınca havadan yeşil yağarmış. Dışarı çıkmak istedim, hayatımda hiç böyle bir şey görememiştim. Annemin ısrar etmesi üzerine evde kalmak zorunda kaldım ancak. Annem derimin zarar göreceğini, dışarı çıkmamam gerektiğini söyledi. Halbuki ben dışarı çıkmak konusunda pek kararlıydım; çocuk aklı ya, her şeyi merak eder. O yeşil sıvıya bir şekilde dokunmak, onu koklamak veya onu tatmak istiyordum. Acaba tadı şeker gibi miydi? Aklıma koydum: Evden kaçacaktım bir şekilde.
Odama geçtim ve gece olmasını bekledim, sabah kaçamazdım sonuç olarak. Sıkılıp televizyona bakmaya karar verdim, annem evde top oynamamı yasakladığı için tek eğlence kaynağım buydu. Haberlerde bizim alt komşuyu gördüm; kendisi meteorologmuş -ki bu kelimenin anlamını şu güne kadar çözememişimdir. Son birkaç saattir yağan ve gittikçe şiddetlenen bu “asit yağmuru” denen hava olayı hakkında konuştu. Söylediğine göre birkaç gün devam etmesi bekleniyormuş, valilik kararıyla da okullar kapanmış çocuklar için tehlikeli olur diye. Sevinmedim değil, yalan söylemeyeyim, ancak gündemim o anda okulların kapanması değildi. Hava karardı ve yaklaşık iki saatin sonunda annemin odasının ışığının kapanma sesini duydum. Uyuyakalmadığım için Tanrı’ma şükrettim ve dışarı çıkmak üzere camımı açtım.
Apartmanın ikinci katında oturmamız benim küçük kaçış planımda bir avantajdı benim için, yüksek katta olsak atlamam zor olurdu malum. Yere ayağımı bastığım anda fark ettim ki bu hava olayına camdan bakmak ile onu kendi gözlerimle görmek arasında dağlar kadar fark vardı. Çok büyüleyiciydi, sanki havadan meyve suyu yağıyormuş gibi… Elimi uzattım bir damla tutabilmek için, nasıl hissettirdiğini merak ediyordum. Elime o sıvıdan düştüğünde hiç hissetmediğim şeyler hissettim. O güzel hisse o kadar kapılmıştım ki birkaç saniye boyu gözlerimi açmak aklımın ucundan bile geçmedi. Gözlerimi açmamla tüm mahalleyi uyandıracak bir çığlık atmam ise bir oldu.
Elimin yarısı yoktu. Mecazi bir anlatım kullanmıyorum, gerçekten elimin yarısı erimişti. Ne yapacağımı bilmiyordum, çaresizdim, acınasıydım. Bu halimle koşmaya başladım, uzaklara koşmaya. Eve dönemezdim artık, kaçmak tek seçeneğimdi. Koştukça derimin her yerinde dayanılmaz bir acı hissettim. Ellerime baktığımda ikisinin de yok olduğunu, sadece bazı bölgelerde kemiklerimin durduğunu gördüm. Eriyordum; bu, yavaş ve acı dolu bir süreçti. Erimem ise ölmeme yol açacaktı, 9 yaşındaki ben bile bunu düşünebilmiştim. Ölüm korkusuyla daha da hızlı koşmaya başladım, şehrin hiç gitmediğim noktalarına kadar koştum; burada fabrikaları gördüm, saniye başı tonlarca karbondioksit salıyorlardı havaya. Fabrikalar bir tür kalkan tarafından korunuyordu. Eğer annemin dediği doğruysa bu fabrikalardan çıkan gazlar asit yağmuruna sebep oluyordu. “Beni öldüren makineleri koruma altına alırken hiç mi utanmıyorlar?” diye düşündüm. Artık bir manası yoktu ama bu düşüncelerin, birkaç dakika sonra yerküreyi terk edecektim muhtemelen.
Son dakikalarım olduğunu anladığımda koşmayı bıraktım. Yavaşça yukarı baktım. Artık gözüm de eskisi gibi görmüyordu. Yeşil renk yavaşça kırmızı halini aldı. Bu yeni ve korkutucu renk ile birlikte acımın derinleştiğini hissettim. Bu, fiziksel bir acı değildi; bir akrabamı kaybettiğimde hissettiğim acı türündendi bu. Dedem, halam, teyzem… Düşününce hepsi de bir tür akciğer sorunundan dolayı aramızdan ayrılmıştı. “Acaba onları da mı bu kocaman fabrikalar öldürdü?” dedim sessizce. Sonra her şey karardı. Hissettiğim acının nedenini o zaman anladım: Endüstri Devrimi’nin öldürdüğü bir sonraki aile üyesi bendim.
