Gözlerimi açtığımda tavana dikili halde buldum. Tanıdık olmayan bir tavan… Bir anlık bir sersemlikle başımı çevirip etrafıma baktım. Garip bir his vardı içimde. Burası benim odam değildi. Yatak bile farklıydı. Kalkıp oturduğumda soğuk seramik zemine basan ayaklarım bir ürperti gönderdi içime. Ancak kaygı hissetmiyordum, yalnızca büyük bir şaşkınlık içindeydim.
Derin bir nefes alıp pencereye yöneldim. Ahşap çerçeveyi iterek camı açtığımda yüzüme hafif tuzlu bir esinti çarptı. Önümde uçsuz bucaksız bir deniz uzanıyordu. Güneş, suyun üzerinde pırıl pırıl parlıyor, dalgalar kıyıya yavaşça vuruyordu. Pencereden dışarı baktığımda ufuk çizgisi kalemle çizilmiş gibi görünüyordu, sanki dünyanın sonu gibi. Kıyıda eski taşlarla örülmüş bir iskele vardı. Orada birkaç sandal duruyordu, ama etrafta kimse görünmüyordu.
Nasıl buraya geldiğimi düşünmeye başladım. Dün geceyi hatırlamaya çalıştım ama zihnimde sadece bulanık anılar vardı. En son ne yapıyordum? Evimdeydim, bir kitap okuyordum… Sonra? Hatırlamıyordum. Uyumaya mı dalmıştım? Eğer öyleyse nasıl bambaşka bir yerde uyanmış olabilirdim? Odada biraz daha dolaştım. Her şey sade ve eskiydi. Ahşap bir dolap, küçük bir masa, bir sandalye ve duvarda solmuş bir tablo. Her şey bir sahil kasabasındaki küçük bir eve ait gibiydi. Ama hangi kasaba?
Kapıyı açıp dışarı çıktım. Hafif esen rüzgâr saçlarımı uçurdu. Uzaklardan martı sesleri geliyordu. Kumlara çıplak ayakla bastığımda, buranın gerçek olduğundan emin oldum. Bu bir rüya değildi.
İçimde garip bir his vardı; sanki burada olmam gerekiyormuş gibi. Sanki bilinçaltım beni buraya getirmişti. Ama neden? Kendi kendime bir cevap bulamazken, denize doğru yürümeye başladım. Belki de cevaplar kıyıda, belki de dalgaların taşıdığı sırların içinde saklıydı…
