Fatih Sultan Mehmet’le Bir Gün

Bir sabah, İstanbul’un tarihi dokusuyla iç içe geçmiş bir meydanda Fatih Sultan Mehmet ile buluşuyorum. Üzerinde görkemli kaftanı, belinde kılıcı ve yüzünde otoriter ama bilge bir ifade var. Zamanda bir yolculuk yaparak bugüne geldiğine şaşkın ama bir o kadar da meraklı. Ona elimdeki kahve bardağını uzatırken, bu yeni içeceğin Osmanlı mutfağında da meşhur olacağını söylüyorum. Bir yudum alıp gülümsüyor: “Demek ki kahve bizim topraklarımızda da sevilecek… Peki, hadi bakalım, İstanbul’u bana tanıt!”

Onu önce Boğaz kıyısına götürüyorum. Fatih, Galata Köprüsü’nden denizi izlerken hayranlıkla başını sallıyor, adeta gözleri kamaşıyor. “Bu şehir bizim zamanımızda da büyüleyiciydi, ama şimdi daha da ihtişamlı hale gelmiş,” diyor. Gökdelenleri ve köprüleri göstererek, şehrin nasıl büyüdüğünü anlatıyorum. Modern binaları gördüğünde biraz şaşırıyor ama Ayasofya’nın hâlâ ayakta olduğunu görünce gözleri parlıyor:
“Demek ki fethin sembolü hâlâ burada. İstanbul’u fethetmek için ne mücadeleler verdik bilemezsin!” diyor.

Öğle yemeği için onu bir restorana götürüyorum. Ona menüyü uzattığımda şaşırıyor; Osmanlı mutfağından birçok yemek hâlâ popüler. “Etli saray yemekleri mi, yoksa halkın yediği sokak lezzetleri mi?” diye soruyor. Lahmacunu ve döneri denemesini söylüyorum. İstanbul’un çoktan büyüsüne kapılmış bir şekilde tereddüt etmeden yemekleri söylüyor :
“Basit ama lezzetli! Bizim zamanımızda böyle sunumlar yoktu, ama tatlar değişmemiş.”

Yemek yerken ona fetih anılarını soruyorum. Gözleri dalgınlaşıyor ve başlıyor anlatmaya: “Bizans surları çok güçlüydü, ama biz de kararlıydık. En büyük hamlemiz gemileri karadan yürütmek oldu. O an düşmanın moralleri çöktü. Şehre girerken askerlerime talimat verdim: Kadınlara ve çocuklara zarar vermeyin, halka iyi davranın. Çünkü biz adaletin temsilcisiydik.” Sultan Mehmet’e bir kere daha hayranlık duyuyor, takdir etmekten kendimi alamıyordum.

Günün sonunda onu bir tepeden İstanbul’a bakmaya götürüyorum. Gün batımıyla şehir altın rengine bürünüyor. Fatih gözlerini Boğaz’a dikmiş, düşünceli bir şekilde:
“Bundan 500 yıl sonra bile adım anılıyorsa, demek ki doğru bir iş yapmışız.” diyor.
Gülümsüyorum ve ona teşekkür ediyorum. O, başını sallayıp atına doğru yürürken, içimden bir ses bu anın sonsuza kadar hafızamda kalacağını söylüyor.

Ve böylece, tarihin içinden gelen bir misafiri ağırlamanın büyüsüyle dolu bir günü geride bırakıyorum.

(Visited 71 times, 1 visits today)