GEÇMİŞE YOLCULUK

Tek bir günlük geçmişe gitme şansım olsaydı, hiç düşünmeden kendimi 10 Kasım 1938 sabahı, tam dokuzu beş geçe Dolmabahçe’ye ışınlardım.

Biliyorum, tarifi imkânsız bir acının, bir yok oluşun anı bu. Ama ben o anı gerçekten iliklerime kadar yaşamak, o tarifsiz yası bizzat hissetmek isterdim. Çünkü o, bizim Atamızdı; bu ülkenin her şeyiydi. Okul sıralarında hep okuduk, dinledik: Siroz teşhisi konulmuştu, hastalığı çok ilerlemişti. Ama o, son nefesine kadar milletinin derdiyle dertlendi, çalışmaya devam etti. O son günlerde, Dolmabahçe Sarayı’nın o ağır, hüzünlü ve kasvetli havasını solumak; kapıda bekleyen, uykusuzluktan gözleri şişmiş görevlilerin, doktorların o çaresiz, umutsuz bekleyişine şahit olmak isterdim. Ne zor bir bekleyişti o! Sanki tüm Türkiye’nin kalbi, o tek bir odada atıyordu. Benim de kalbim göğsümden fırlayacak gibi olurdu herhalde. Keşke o odaya sessizce girip, artık zayıflamış ve titreyen elini avucuma alabilseydim. Fısıldayarak, “Atam, gözün arkada kalmasın. Kurduğun bu Cumhuriyet ve gösterdiğin o çağdaş uygarlık yolu, bizim en büyük yeminimizdir,” diyebilseydim. O son nefesin verildiği andaki o uğultulu sessizlik…

Ardından birdenbire her yanı dolduran o çığlıklar, gözyaşları… Bütün bir yurt, “Baba öldü,” diye ağlamıştı. Ben de oracıkta, yetim kalmış bir çocuk gibi hıçkırıklara boğulurdum. O büyük adamın gidişi, hayatımın unutulmaz, tarifsiz kalp ağrısı olurdu.

(Visited 1 times, 1 visits today)