Hafta boyunca işler ve şehir hayatı arasında kaybolmuştum. Babamın vefatından sonra kalan bazı evrakları almak için yıllardır uğramadığım, başka bir şehirdeki eski aile evine gitmek zorunda kaldım. Arabamla uzun bir yolculuk yaptım, şehirden uzaklaştıkça yol kenarındaki ağaçlar ve sessizlik içimde garip bir huzursuzluk uyandırıyordu. Ev, çocukluğumun geçtiği evdi ama şimdi yabancı ve terk edilmiş görünüyordu.
Kapının önüne geldiğimde bahçe yabani otlarla kaplanmış olduğunu fark ettim, taşlar ise çatlamıştı. Camlar kirliydi ve bazıları kırılmıştı. Uzun süre gelmediğim için zamanın ağırlığı her köşede hissediliyordu. Elimi kapıya uzattım, anahtarı çevirdim ve içeriye adım attım. Tozlu bir hava, eski tahta kokusu ve uzun süredir açılmamış kapıların ürpertici havası etrafı sarmıştı.
O gece rüzgâr alışılmadık şekilde uğulduyordu. Evde yalnızdım; duvar saatinin tik takları, kalbimin ritmine karışmış gibiydi. Elektrikler birkaç saat önce kesilmişti. Masanın üstünde yarım kalmış bir defter, karalanmış birkaç cümle, bir de eski bir fener vardı. Alevi titriyordu — tıpkı içimdeki huzursuzluk gibi.
Dışarıda bir şeylerin hareket ettiğini duyar gibiydim, ama emin olamıyordum. “Belki de sadece rüzgâr,” dedim kendi kendime. O anda dışardan gelen bir sesle irkildim. Pencereye doğru koştum. Kalbim küt küt atıyordu. Camın arkasında karanlıkta bir siluet gördüm; sanki biri bahçede duruyor ve beni izliyordu.
Feneri elime aldım, titreyen ışığın altında dışarı çıktım. Çimenler ıslaktı, hava rutubetliydi. Rüzgâr, ağaçların dallarını kırarcasına savuruyordu. “Kim var orada?” dedim, sesim çatallandı. Cevap gelmedi. Sadece fenerin zayıf ışığında bir şeyin parladığını fark ettim, yerde küçük bir anahtar duruyordu.
Eğilip aldım. Soğuktu ama bir şekilde tanıdık geldi. Evin bodrum kapısında bu tür bir kilit vardı. İçimde bir şey “açma” diyordu ama merakım daha baskındı. Yavaşça kapıyı çevirdim, paslı menteşeler rahatsız edici bir gıcırtıyla kulağımı tırmaladı. Fenerin ışığıyla etrafı aydınlattım. Duvarlarda eski fotoğraflar, kutular, tozlu eşyalar… Ve en arkada bir sandık.
Sandığı açtığımda içinden sararmış bir zarf düştü. Üzerinde sadece iki kelime yazıyordu: “Ben döneceğim.” Elim titredi. Yazıyı tanıyordum. Annemin el yazısıydı bu ama annem on yıl önce ölmüştü.
Bir adım geri attım, nefesim kesildi. O anda arkamdan bir kapı gıcırdadı. Döndüm. Fenerin ışığı duvara vurdu ve bir gölge belirdi tam önümde. Gözlerimi kırptığımda gölgenin yok olmasıyla fenerin sönmesi bir oldu.
Karanlıkta sadece annemin sesini duydum, fısıltı gibiydi:
“Ben hiç gitmedim.”
