Güneşle Uyanan Bir Kâbus

Gözlerimi açmamı sağlayan şey güneşin yüzüme vurduğu ışık ve sıcaklığı oldu. Başım hafif dönüyordu ve denizin dalga sesleri geliyordu ayrıca o mavi rengi olağanüstüydü. Ama yatağımda olmadığıma emindim; en son yatağımda, sıcacık yorganımla uyuyordum. Hemen etrafa bakındım: “Burası neresi, biri var mı?” diye düşündüm. Ama kimse yoktu ve sanırım bir adadaydım. Uçsuz bucaksız, neresi olduğunu bilmediğim, yalnız olduğum bir adada… Korkuyordum. Ne yani, uzaylıların gelip bizi rastgele bilmediğimiz bir yere yolladığı gerçek miydi?

Bir süre etrafı gezdim. Burada yemyeşil ağaçlar, çimler, palmiyeler vardı ve de rengârenk çiçekler… Sanki çiçeklerin, denizin ve hindistan cevizlerinin karışımı kokuyordu burası; kokladıkça farklı bir koku geliyordu. Anlatılamayacak kadar güzeldi. Ama bunları düşünecek vaktim yoktu, çünkü karnımdan sesler gelmeye başlamıştı; acıkmıştım. Her yerde hindistan cevizi olduğundan yiyecek bulmanın kolay olacağını düşünmüştüm, fakat onlar çok yüksektelerdi, ulaşamazdım. Bir çözüm yolu bulmalıydım; belki odun ve ip bulup merdiven yapabilirdim. Böylece o upuzun ağaçlara yetişebilirdim. Hemen eşyaları topladım ve yapmaya başladım. Malzemeler sanki çok yeni gibiydi. Kimsenin olmadığı bir adada niye böyle gözüksünler ki? Merdivenin yarısına gelmiştim ki kumda ayak izleri gördüm. Biraz farklı gözüküyorlardı; aklıma kabile geldi ama belki de sadece normal bir insandı. Ayak izinin sahibini bulmam lazımdı, her türlü. İzlerin takibini sürerek aramaya koyuldum. Gittikçe ormanın içine doğru ilerliyordum her yer daha ürpertici bir hâl almaya başlamıştı. Sonrasında büyük bir fırtına çıkageldi. Rüzgârın etkisiyle yerdeki kum taneleri havaya uçuyor, görmemi zorlaştırıyordu. Fırtınadan dolayı çoğu iz gittiğinden yön bulmam çok zorlaşmıştı. Bu zifiri karanlıkta gezerken kocaman tahtalardan yapılmış bir ev gördüm. Kalbim hızlı hızlı çarpmaya başladı; nefes alıp veriyor, yine de sakinleşemiyordum. Biraz merak, biraz da büyük korku sonucu kulübeye girmeye cesaret edebildim. İçeride birkaç etten başka hiçbir şey yoktu. Aşırı fırtına olduğundan burada kalmaya karar verdim. Açlıktan bayılacaktım; ateş yakıp etleri yemeğe karar verdim. Yaptığım et az pişmiş ve sulu olmuştu; bir çırpıda hepsini ağzıma tıktım. Yedikçe daha da yedim. Büyük bir gölge, ziyafetimi bozana dek. Korkmaya başlamıştım, kalbim küt küt atıyordu, yemeğim kursağımda kalmıştı. Hemen kulübenin içine geçtim ama ne fayda… iş işten geçmişti. Kapının altından o korkunç gölgesini görebiliyordum. İçeriye kükreyerek bir şey daldı; ilk iki saniye korkudan gözümü açamadım, herhalde öldüm sandım. Gözümü açtığımda karşımda bir “dinazor” gördüm. Nefes alamıyordum, yanımda hiç silah yoktu. Arkadan varla yok arası sesler geliyordu fakat umursayamazdım. Karşımdaki dinozor ağzını açmış, aç bir şekilde bekliyordu, salyalarını rahat bir şekilde görebiliyordum. Beni bulduğu için mutluydu. Aklımdaki soruların sesini durduramıyor, yankılanan sesi azaltamıyor ve kalbimi yavaşlatamıyordum. Dinozor iyice bana yaklaşmıştı ki yankılanan ses iyice yükseldi. Artık duyabiliyordum: “Öykü, uyan hadi, geç kalacaksın!” Bir anda gözümü açtım ve ne göreyim ki annem karşımda beni uyandırıyor.

Meğer her şey rüyaymış, hiçbir şey gerçek değilmiş. Okul için uyanmam gerekiyordu fakat ben hâlâ rüyamın etkisinden çıkamamıştım ve kalbim pat pat atıyordu. Okula vardığımda rüyamı herkese anlattım; herkes benimle dalga geçti ama ben hâlâ etkisindeydim.

(Visited 2 times, 1 visits today)