İç Seslerin Gürültüsü

Bir sabah uyandığımda, herkesin iç sesini duyabildiğimi fark ettim. Başta bunun bir çeşit işitsel halüsinasyon olduğunu sandım. Ama yanılmışım.

Komşum Kemal Bey’in iç sesi, “Kahvaltılık ekmekleri unutma, Ayşe!” diye bağırarak başladı güne. Sokaktaki köpek bile içinden homurdanıyordu: “O kediye bir daha yaklaşma!”

İlk başta bu yetenek eğlenceliydi, hatta biraz da komikti. İnsanların düşüncelerini, arzularını, korkularını, en derin sırlarını duymak… Sanki dünyanın gizli bir kanalına erişmiş gibiydim.

Ama gün ilerledikçe, bu durumun aslında bir kabusa dönüşebileceğini anladım. Kendimi sürekli bir gürültü seline kapılmış gibi hissediyordum. Binlerce ses, birbiriyle çelişen düşünceler: kıskançlıklar, öfkeler, pişmanlıklar… Beynim sanki aşırı yüklenmişti. Kafam patlayacak gibiydi.

Sokakta yürürken bu iç seslerin karmaşasından delirecek gibi oldum. Her ses farklı bir tondaydı; bazıları fısıltı gibi, bazılarıysa haykırış gibi… Çocukların iç sesleri saf ve masumdu. Ama yetişkinlerinki çoğunlukla karanlık, karmaşık ve yaralıydı.

En çok şaşırdığım şey, dışarıdan ne kadar farklı görünürlerse görünsünler, insanların iç seslerinin çoğunda benzer kaygıların yankılanmasıydı: para, sağlık, ölüm, yalnızlık… Bu evrensel korkular, her bir zihinde farklı melodilerle çalıyordu. Bu birleşen ses dalgası, insanlığın ortak bir trajedisini fısıldıyordu adeta.

Bir süre sonra kendi iç sesimi bile duyamaz hale geldim. Kim olduğumu, ne hissettiğimi, ne istediğimi bilemez oldum. Kendi düşüncelerim, başkalarının sesleri arasında kayboluyordu.

O günden sonra tek dileğim şuydu: Bu yeteneği kaybetmek.

Sessizliğin ne kadar kıymetli olduğunu, o gürültünün ortasında anladım. Sessizlik artık bir lütuf, bir nimetti benim için. İnsanların sadece dış görünümlerine bakmaya çalışıyor, iç seslerin karmaşasına kulak tıkamayı öğreniyordum. Çünkü bazı sırların ve bazı gerçeklerin sonsuza dek gizli kalması… belki de daha iyiydi.

Hayatım değişmişti. İnsanlara artık eskisi gibi bakamıyordum. Her gülümsemenin ardında bir endişe, her neşeli sohbetin altında bir yalnızlık vardı.

İş yerinde patronumun, “Bu raporu yetiştiremeyeceğim,” diye iç geçirdiğini duyuyor, ona daha anlayışlı davranıyordum. Sokakta karşılaştığım her insanın yüzündeki maskenin arkasında gizli bir dram olduğunu bilirdim artık. Bu beni yordu ama aynı zamanda empati yeteneğimi geliştirdi. İnsanların görünmeyen acılarını görebilmeyi öğrendim.

Bu yetenek bana dünyayı farklı bir gözle görme, insanları daha iyi anlama fırsatı verdi. Ama bu, aynı zamanda sürekli bir yük, bitmeyen bir gürültüydü.

Kendi sessizliğime, kendi düşüncelerimin sesine yeniden kavuşabilmek için bu kaosun ortasında içime dönmem gerektiğini anladım. Ve yavaş yavaş, o karmaşanın içinde kendi sesimi bulmaya başladım.

Zamanla, dışarıdaki sesleri duymayı bırakmadım ama onları duymazdan gelmeyi öğrendim. Bazen o sesleri duymak, bana insan olmanın ne demek olduğunu hatırlatıyordu. Ve bu, aslında… çok güzel bir şeydi.

(Visited 15 times, 1 visits today)