Etraf karanlıktı, hem de çok karanlıktı. Sokak lambalarının bile ışıklarını söndürdüğü bir saatti adeta. Ensemde şeytanın nefesini hissedebiliyordum, oraya gitmem gerektiğini, ihanetin içimde yanan ve sönmeyecek bir ateşten beslendiğini sanki bana anlatmaya çalışıyordu. Belki şeytanı susturmak kolaydı ama içimdeki acı ve minneti susturmak, Gally’i kendi ellerimle ölüme götürüp ateşe atmaktan daha zordu. İhanete burada yer yoktu; her suç, her yapılmaması gereken hareketin yapılması durumunda katlanılması gereken sonuçlar vardı. En azından Timoria’ya göre bu şekildeydi. Timoria’yı size nasıl açıklarım, inanın bilmiyorum; bildiğim tek şey bu kitabın varlığı ve burada olan tüm güçlerden daha üstün, kuvvetli olduğuydu. Buranın kanunları, Timoria’nın içinde yazılıydı; tüm ceza ve kanunlar, aradığınız her türlü sorunun cevabı buradaydı. Bu yazıların kim tarafından ve nasıl yazıldığı asırlardır bilinmeyen bir sırdı, ve Timoria’ya göre bunu sormak kesinlikle yasaktı.
Şu an ne yaptığımı bilmiyordum. Elimde bir bez parçası, arkamda yorgun, yavaş ve bir o kadar da pişman adımlarla yürüyen Gally dışında etrafımda kimse ve hiçbir şey yoktu. Ona diyecek çok lafım vardı; bana nasıl kıyabilmişti? Ömrümün son on yılını ona adamıştım, iyi günlerinde yanında olmuştum. Hastanelerde annesinin yanında kalıp, babasının zor zamanlarında ona dualar etmiştim. Şimdi, ona ve ailesine yaptığım onlarca fedakarlığı bir hiç gibi silip atamazdı, bunu yaptırmayacaktım. İstesem onu burada katledebilirdim, ki bunu yapardım, ama yapmadım, yapamadım. Onun yüzüne bakıp ona acımaktansa, onu ölüme terk ederdim. Gally, bu hayattaki tek neşe kaynağım olan, babamdan bana kalan emanet olan kardeşimi, ufacık çocuğu öldürmeye çalışmıştı. Hasta annesinin tedavisi için benim canımı öldürmeye çalışmıştı, bunu affedemezdim, Timoria’ya affettiremezdim.
Oraya vardığımızda herkes ayağa kalktı. İçindeki yüzlerce insana karşı, küçük oda artık bana bomboş, ıssız ve devasa geliyordu. Gally’nin kolundan tuttum, yüzüne bile bakmadan koluna Veda Bezi’ni taktım. Bu bez, ceza alması olası kişilerin koluna takılırdı. Eğer ölürlerse, veda edilmiş ve günahları affedilmiş bir şekilde veda etmelerini sağlıyordu, bu bir gelenekti. Gally, ağlamaktan şişmiş gözleriyle bana baktı, sonra kitaba döndü ve Onu dinledi.
Timoria konuşmaya başladı: “Sen Gally, ihanetinin cezasız kalacağını düşündün, unutulacağını ve kimsenin bunun farkında olmayacağını düşündün. Seni kınıyorum, küçücük bir çocuğu öldürmeye çalışacak kadar cani olduğun için seni kınıyorum. Şimdi sorarım sizlere, affedilsin mi dostlarım?” dedi. Herkes dikkatini bana çevirdi. Bir anlık bile olsa Gally’e baktım, ellerimi tuttu ve yere çömelip yalvarmaya başladı. Bu saçmalığa katlanmak istemiyordum, o beni yumuşatmamalıydı. Gözlerimi çevirdim ve Timoria’ya seslenip, “Yak onu.” dedim.
Timoria, son kez Gally’e seslenerek, “Senin suçunun cezası affedilebilmekti, kitabımda net cevabı olmayan tek sorun da buydu. Sen affedilmeyi dilemeliydin, ölmemeyi değil. Kırdığın güveni geri kazandıramazsan, işte o zaman ölmüş, yanmışsındır.” dedi ve onu, Tanrı’nın emriymiş gibi bir hızla öldürdü. Yere düşen cansız ve artık anlamsız beden yerde yatıyordu.
Artık gidebilirdim, Timoria’dan cevabımı almıştım; her sorunun cevabını verdiği gibi, bu soruyu da cevaplandırmıştı. Oradan ayrılmak ve kardeşimi alıp gitmek istiyordum ama bundan önce tek bir önemli işim kalmıştı. Eğildim, Gally’nin cesedinden Veda Bezi’ni aldım, onu affedemezdim. Onu affetmek kendime ihanet etmek demekti. Orayı terk ederken aklımda, yarım kalmış gibi hissettiren anılar ve bir söz kalmıştı:
“Tanrım, onları bağışlama çünkü ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar.”
- Vladimir Jankelevitch
