Her şey bir sabah başladı, insanlar o gün kalplerinde bir boşluk hissiyle sıcak yataklarından kalktılar, oturdukları kahvaltı sofraları anlamsız geldi, aşıklar birebirlerine bakarken artık o aşinalık hissini belli belirsiz bir ürpertiye bırakmıştı. Öğlen olduğunda yetişkinler sessizce yabancı ama bir o kadar da tanıdık sokaklara dağıldı… Ne bir selamlaşma ne bir tebessüm, öfkeli bir bakış bile yoktu insanların gözlerinde, bir gölge gibiydiler adeta. Kimse yaşamayı sevmiyordu ama nefret de etmiyordu.
Mesailer bittiğinde aynı vaziyet marketlerde de açıkça görülebiliyordu; kasiyerler yüzlerinde duygusuz ifadelerle müşterilere ürünleri uzatırken kimse fiyatlara yakınmadı ya da sırada beklediği için sorun çıkarmadı, biri onlara yardım ettiğinde memnun olmadılar insanların ağzından bir teşekkür çıkmadı, çıkması bir anlam ifade etmedi. İnsanlar birer makineye dönüşmüştü adeta, yalnızca işlevlerini yerine getiriyorlardı.
Duyguların kaybolmasıyla toplumun yıllarca inşa ettiği değer yargıları da anlamını yitirmişti. Dostluk, düşmanlık artık bir anlam ifade etmezken adalet ve vicdan içi boş kelimelerden ibaret olmuştu. İnsanlar sorgulamayı bırakmıştı, herkesin hayatı basit anlamsız rutinlere dönüşmüştü, insanlar sadece var olmaya başlamıştı…
Anneler çocuklarına bakıyor ama içlerine tanıdık bir sıcaklığın yayıldığını hissetmiyor öyleki saatlerce ağlamaları bile kalplerini cız ettirmiyordu. Çocuklar ebeveynlerin ilgisini aramıyor sadece hayati ihtiyaçlarını karşılamaya odaklanıyorlardı. Bu yönden hayvanlara benzemiş olsalar da hayvanların bile duyguları varken en doğru benzetme sadece ruhsuz robotlar olabilirdi.
İnsanlar uykuya geçtiğinde içlerinde ne bir huzur ne de bir huzursuzluk vardı. Hayatın anlamı kaybolmuştu, çünkü hayatın anlamı, hissedebilmekti… O sıradan rutinleri anlamlı kılan onlara yüklenen duygulardı aslında. Küçük şeylerde büyük duygular hissetmekti yaşamak. İzlediğin üzücü bir kısa videodan gözünün dolmasıydı, tanımadığın bir bebeğin fotoğrafıyla içinde kıpırdanan o küçük merhamet duygusuydu yaşamak. Aç bir çocuğun halini gördüğünde vicdan azabı çekebilmekti, suçsuzca 10 yıl hapis yatan bir adamın haberini gördüğünde adaleti sorgulamaktı yaşamak.
“Neden?” sorusunu sorabilmekti, sorgulayabilmekti yaşananları ve sonuçlarını… Bir sevdiğinin ölümüyle yas tutabilmekti yaşamak çünkü duygusuzluğun boşluk hissiyle yaşamak sevdiğinin ölümünün bıraktığı boşluk duygusundan çok daha beterdi.
Bu yüzden hissedebilmeli insan, bütün benliğiyle her duyguyu tatmalı, işte o zaman hayatın anlamını arayabilir ve hatta bulabilir. Aynı şekilde yaşadığı duygulardan da korkmamalı, aksine duygusuz bir hayatın ihtimaliyle ürpermeli, ona verilen duygulara minnet duymalı.
Ne garip minnet bile bir duygu değil mi esasında?
