İstanbul’un Fısıltıları

Eğer bir şehrin dili olsaydı ve bize yıllardır sakladığı hikayeleri anlatabilseydi, ben İstanbul’un dilini dinlemek isterdim. Çünkü İstanbul, yalnızca taşlardan, yollardan ve binalardan oluşan bir yer değil; insanların duygularını, umutlarını, hayal kırıklıklarını ve en derin sırlarını içinde taşıyan büyük bir hafıza gibidir. O anlatmaya başladığında, belki de içimizden birine fısıldar gibi konuşurdu.

İstanbul dile gelse ilk olarak Boğaz’ın sesiyle söze başlardı. Yüzyıllardır iki kıtanın birbirine baktığı bu su yolu, nice kavuşmanın ve vedanın şahidi oldu. Şehir belki şöyle derdi: “Benim sularımda sadece gemiler değil, insanların hayalleri de yolculuk etti.” Belki Galata Kulesi’nden bahseder, her gece ışıklarıyla şehri izlerken duyduğu hikayeleri bir bir anlatırdı. Aşıkları, sevinçlerini anlatırken gördüğünü; bazen de sessizce ağlayan insanların iç döküşünü hissettiğini fısıldardı.

Sonra sokaklarına geçerdi söz. Balat’ın dar yollarında yankılanan çocuk kahkahalarını, Üsküdar’da denize karşı oturup dalgın dalgın martıları izleyen yaşlı bir adamın düşüncelerini, Kadıköy’ün kalabalığında kaybolup kendini bulmaya çalışan gençleri anlatırdı. “Her adımda bir hikâye saklarım” derdi şehir, “Benim kalbim insanlarla atar.”

Elbette acılarını da gizlemezdi İstanbul. Depremler, yangınlar, savaşlar… Hepsinden yara almış ama yine de ayağa kalkmayı başarmış bir şehir olduğunu söylerdi. “Ben dayanıklılığımı insanlarımdan öğrendim” diye eklerdi; çünkü her yıkılışından sonra yeniden kurulan bu şehir, umudun ne demek olduğunu herkesten iyi bilir.

Ve son olarak bize dönüp şunu söylerdi:

“Siz beni hayatınızın bir parçası yaptığınız için konuşuyorum. Yollarımdan geçmeseydiniz, sahilime oturmasaydınız, sokaklarımda gülmeseydiniz, ben sadece taş ve beton yığınıydım. Bana ruh veren sizlersiniz.”

(Visited 2 times, 1 visits today)