Kan ve Barut

Binlerce asker ben ile geminin içinde sessizce bekliyorduk. Trojan atı gibi keskin İngiliz demiri ile eski adamın işini bitirmeye hazırdık. 24 Nisan 1915’te son hazırlıklarımızı yaptık. Defterlerimize Mors kodu ile bombalayacağımız pozisyonların koordinatlarını vermiştik ve gün doğumunda hasar görmüş cepheleri püskürtecektik. Fakat tek bir sorun vardı: Ben ve piyadem Mors kodu bilmiyorduk. Bir Avustralyalı asker, James Foster, bildiğini söyledi. Koordinatları verdiğimde, bunları Mors koduna çevirip gemilere gönderdi. Bombardıman hayatımda duyduğum en yüksek seslerdendi.

Askerler artık gemiden teker teker çıkmaya başladı. James de yavaşça diğerleri gibi gemiden inmeye başladı ama bir şey fark ettim. Tüfeğiyle nişan almayı bilmiyordu. Ona gemide kalma emri verdim fakat bundan hoşlanmadığı belliydi. Sahile indiğimde kanla bulanmış su, alevler içinde yanan askerler vardı. Midem bulanmasına rağmen koşmaya devam ettim ve birkaç asker ile cepheye girdim. İtmeye başladık ve asla durmadan devam ettik. Cepheyi temizleyebildim ama piyademdekiler ya ölmüştü ya da yaralanmıştı. Arkamdan gelen adımlara baktığımda James’i gördüm. Emrime uymamıştı. Ona sahildeki cesetleri gösterdim kızgın bir şekilde ve dayanamayıp hem kusuyor hem de ağlıyordu.

Bağırarak, “Senin tek isteğin mahallenin meydanında kendi heykelin!” dedim. “Ben sadece…” deyip yine kustu. O an neden bilmiyorum ama çok kaba davrandığımı hissettim. Onu yerden kaldırdım ve silahıyla nişan almayı öğrettim.

Gün doğumunda ben ile beraber komutanın yanına doğru ilerlerken, James titriyordu. Savaşın gerçek yüzüyle ilk kez karşılaştığı belliydi. Yol boyunca patlamaların sesi kulaklarımızı sağır ederken, yanımızdan geçen askerlerin yüzlerinde korku ve umutsuzluk vardı. James hâlâ sarsılmış bir şekilde yürüyordu, ama gözlerinde hafif bir kararlılık parlıyordu.

Komutan bizi sert bir bakışla karşıladı. “Rapor verin,” dedi kısa ve net bir şekilde. Ona cephede olanları anlattım, kayıplarımızı bildirdim. James ise bir şey söylemiyor, sadece yere bakıyordu. Komutan, “Cesaretin sınandığı yer burasıdır evlat,” dedi ona. “Burada öğrendiğin her şey seni ya öldürecek ya da yaşatacak. Seçimini yap.”

James başını kaldırdı ve ilk kez net bir şekilde konuştu: “Öğrenmeye hazırım, efendim.” İçimden hafif bir rahatlama hissettim. Savaş, insanı bir anda büyüten bir şeydi ve James artık o masumiyeti geride bırakıyordu. O gün, savaşın yalnızca silahlarla değil, aynı zamanda insan ruhuyla kazanıldığını anladım.

Saatler ilerledikçe cephedeki savaşın şiddeti artıyordu. Düşman hatlarını aşmak için ağır kayıplar veriyorduk. James ve ben bir sipere çömeldik, gökyüzünde patlayan mermiler üzerimizde yankılanıyordu. “Ne yapacağız?” diye sordu titrek bir sesle. Onu sakinleştirmeye çalışarak, “Önce nefes al, sonra talimatlarımı izle,” dedim. Birlikte nişan almayı, siperden nasıl çıkıp ilerlemeyi öğrendi. İlk başta elleri titriyordu, ama zamanla daha kontrollü hale geldi.

Birkaç saat sonra, komutanımız yeni bir emir verdi: Sıradaki mevziyi ele geçirecektik. James ile birlikte ön saflara geçtik. Makineli tüfeklerin sesleri kulaklarımızı sağır ederken, kendimizi bir hendeğe attık. “Buradan çıkmamız lazım,” dedim ona. James bir an tereddüt etti ama sonra derin bir nefes alarak, “Tamam,” dedi. Birlikte hızla ilerledik. Düşmanın savunması sertti, ama geri adım atmadık.

Akşama doğru düşman mevzisini ele geçirdik. Ancak kayıplarımız ağırdı. James’in yüzü kan içinde kalmıştı, ama kendi kanı değildi. “Bu… bu çok fazla,” diye fısıldadı. Ona dönüp baktım, gözlerindeki o eski korkunun yerini donuk bir kabullenmişlik almıştı. “Savaş böyledir, James. Ama burada hayatta kalmak zorundayız,” dedim. O gece, ateşin başında sessizce oturduk. James artık eskisi gibi değildi. Artık bir askerdi.

(Visited 9 times, 1 visits today)