Bir gün gökyüzünden mavi yerine yeşil yağmaya başladı ver her şey değişti. O gün ne düşünüdüğümü çok iyi hatırlıyorum. Hiç kimse beni dinlememişti ve hepsi buna pişman olmuştu. Günaydın dünya, tabii ki haklıydım.
On iki yaşımda okuldan eve yürürken bir evin bacasında çıkan dumanı görünce fark etmiştim, gezegenimizi ölüm yatağına doğru götürüyorduk. O günden beri kendimi, çevreyi korumaya adamıştım. Hukuk okumuş, kendime dünyayı kurtaracağıma söz vermiştim. Sonuçta yangını bir kıvılcım başlattırdı değil mi? Öyle olmamıştı. Arkamda o kadar az kişi durmuş, o kadar az kişi amacımı anlamıştı ki… Çıkan yangınlar da kıvılcımla değil kırık bir camdan yansıyan güneşle başlamıştı. Herkes “Bana ne! Her zaman küresel ısınma diyorlar, hiçbir şey olmuyor.” demişti. Mutlu olmamam gerekirdi, bu acıyı her parçamla yaşamam gerekirdi. Ama yaşayamıyordum işte. Kaç kere yargılanmıştım, saçmaladığımın söylendiğini duymuştum?
Dünyayı felakete sürükleyen şey bir asit yağmuruydu. Herkesin başlarda önemsiz gördüğü şey sonumuz olmuştu. Şimdi herkes çevre dostu yöntemlere dönmeye başlamıştı. Hayatımın yirmi üç yılını buna adamıştım ve başaramamıştım. Onlar mı başaracaklardı? Kaç senedir kar görmüyorduk, mevsimleri düzgünce yaşayamıyorduk? Onlar anca arabalarına zarar gelince, evlerinin duvarları aşınınca anlamışlardı. Artık çok geçti. Asit yağmurları normal yağmurumuzdu artık. Her hafta en az bir kere yağıyordu. Yakında kullanılabilir tarım alanımızda kalmayacaktı. On iki yaşımdan beri umudumu yitirmemiştim ta ki o güne kadar. Şimdiyse umutsuzluk her yanımı sarmıştı.

İnsanlar çalışmaya yeni başlamıştı bense bırakmıştım. Uğruna savaşacak neyim vardı ki? Ölmek üzere olan bu dünya mı? Elleri boğazını kavrayana kadar katili görmezden gelen insanoğlu mu? Başkasının ellerini hadi görmezdin kendi kendini öldürdüğünü nasıl fark etmedin insanoğlu? Artık biliyordum bu işler böyle işlerdi. İnsanlar her şeyi şimdi olarak düşünürdü. Savaşı kazanmak için bir bölgeyi yıllarca hasta edecek silahlar kullanır, rütbe için insanların hakkını yer, rahatını bozmamak için dünyayı ölüme sürüklerlerdi. Sonra da pişmanlık duyarlardı(!).
Kapım tıklatıldı. Bu dönemde kimse birbirini ziyarete gelmezdi. Dışarıda kıyamet vardı. Yine asit yağmuru başlamış olmalıydı. Sığanak arayan biri olmalıydı kapımı tıklatan. Umudumu kaybetmiştim ama insanlığımı henüz yitirmemiştim. Kapıyı açtığımda beklediğim görüntü kesinlikle takım ellbiseli dört adam değildi. Özellikle kapımı tıklatan kişinin dönemin cumhurbaşkanı olması hiç beklediğim bir şey değildi. Gelenleri içeriye aldım. Neler döndüğü hakkında hiçbir fikrim yoktu. Sabah uyandığımda kesinlikle cumhurbaşkanını salonumda ağırlamayı beklemiyordum. Belki bir tsunami, bir deprem, başka bir yangın olabilirdi ama bunu beklemiyordum.
Başkan hemen konuya gireceğini söyledi. Bana bir iş teklifi etti. Benim gibi başarılı ve iyi niyetli bir avukata ihtiyaçları varmış. Şaka mıydı bu? Kıyamet kopmadan önce neredelerdi? Herkes bana hayatını harcıyorsun derken neredelerdi? Tabi ki bunu söyleyemezdim. Hayatımı buna adamıştım, bu işi benden iyi yapabilecek biri yoktu. Zaten yeni yönetim sahaya çevreyi koruma vaatiyle girmişti. Beni çağırmaları da bu vaati gerçekleştirmek için ellerinden geleni yapacaklarının göstergesiydi.
Umudunu kaybetmiş bir adamdım. Bu işi almak tekrar bir gelecek olduğuna inanmak demekti. Bu “İşi istiyor musun?” sorusundan ibaret değildi. Bu “Kendi boğazını sıktığını fark etmeyen bir insan mı olmak istiyorsun yoksa o insanlara katillerinin kendileri olduğunu göstermek mi istiyorsun?” demekti. İşi kabul ettim. Başkanın elini sıkarken yeni bir şey anladım. Uğruna savaşacak bir şeyim vardı. İnsanlar gözleri kör sanıyorlardı ama sadece karanlıktaydılar. Ben ışığın yerini biliyordum. Kendi ışığımı açmak ve insanlara ışığı nasıl açacaklarını göstermek yeterli bir amaçtı.
Peki siz ışığı açacak mısınız? Yavaşca kendinizi öldürmeye devam mı edeceksiniz? Artık ışıklarınız açık, karar sizin.
