Duman, ciğerlerine doldukça öksürük nöbetleri artıyordu. Kaan, itfaiye kaskını eliyle sildi, ama cam yine buğulandı. Yangın, terk edilmiş fabrikanın ikinci katını yalıyor, çelik kirişler çığlık atarcasına bükülüyordu. Telsizden gelen ses kulaklarında patladı: “Bina çökebilir, çık dışarı!” Ama Kaan ilerledi. Çünkü enkazın altından gelen o sesi duymuştu: “Biri var burada!”
“Saniyelerle yarışıyordum, bir mucize gerçekleşse dediğim o anda…”
Beş yıl önceki yangın aklına üşüdü. O gece, göçük altında kalan çocuğun ellerini tutmuş, “Sıkı dur!” diye bağırmıştı. Ama çelik bir kolon, onları birbirinden ayırmıştı. Çocuğun son bakışı hâlâ rüyalarını süslüyordu. Şimdi ise aynı çığlık, aynı umutsuzluk. “Bu sefer değil,” diye mırıldandı, alevlerin arasından sürünerek geçerken.
Dumanın içinde, köşeye sıkışmış bir kız çocuğu gördü. Sekiz yaşlarında, saçları alevden korunmak için battaniyeye sarılmıştı. Kaan, “Adın ne?” diye sordu, nefes nefese. Çocuk titreyerek “Elif…” dedi. Adını duyduğu an, kalbi yerinden çıkacak gibi attı. Beş yıl önce kaybettiği çocuğun adı da Elif’ti.
“Elif, bana bak!” diye seslendi, maskesini çıkarıp yüzünü gösterdi. “Annem,” diye hıçkırdı çocuk, “O da buradaydı…” Kaan’ın yüzü kül rengine döndü. Duvara yaslanmış kadın cesedi, çocuğun sözlerini doğruluyordu. “Hadi, seni çıkaralım!” diye uzattığı eldivenli elleri titriyordu.
Kızın bacağı, devrilen bir dolabın altında sıkışmıştı. Kaan, cebindeki krikoyu çıkardı. Metal gıcırtısı, alevlerin uğultusuna karıştı. “Dayan, biraz daha!” Krikoyu zorlarken, kaskının içine sızan ter gözlerini yakıyordu. Elif’in çığlığı, kulak zarlarını patlatacak gibiydi. Sonunda dolap kıpırdadı. Kaan, onu kucağına aldığı anda, tavandan düşen bir beton parçası omzuna çarptı. Yere yığıldı, ama çocuğu sıkıca tutuyordu.
“Telsiz… Telsiz nerede?”
Cihaz, düşen betonla parçalanmıştı. Kaan, merdivenlerin alevler içinde olduğunu fark etti. Pencereden atlamak tek seçenekti, ama burası ikinci kattaydı. Elif’in yüzüne baktı: “Gözlerini kapat, tamam mı?” Çocuk başını göğsüne gömdü. Kaan, yanmış perdeyi pencereden aşağı sarkıttı. Tam atlayacakken, arkalarından gelen bir çatırtıyla irkildi. Binanın iskeleti çöküyordu.
“Saniyelerle yarışıyordum…”
Zemin titredi. Kaan, perdeyi sıkıca tutup kendini boşluğa bıraktı. Rüzgar kulaklarında uğuldadı, yere çarptıklarında sağ bacağından gelen acıyla inledi. Elif’i kollarından bırakmadı. Arkalarında, fabrika bir enkaza dönüştü.
“Amca… Kanıyorsun,” diye fısıldadı Elif, Kaan’ın pantolonundaki yırtığa işaret ederek. Kaan gülümsedi: “Önemli değil.” Telsizsiz kaldıklarını biliyordu. Elif’i sırtına aldı, topallayarak ana yola doğru ilerledi. Her adımda, beş yıl önce kaybettiği Elif’in yüzü gözlerinin önündeydi. “Bu sefer değil,” diye tekrarladı içinden.
Yolda bir kamyon durdu. Şoför, panikle yanlarına koştu: “Allah’ım! Çabuk, binin!” Kaan, Elif’i kamyonun arka koltuğuna yatırdı. Şoför, “Hastaneye ulaşırız!” dedi. Kaan, çocuğun nabzını kontrol etti. Zayıftı, ama düzenliydi.
Gökyüzüne bakarken, fabrikanın küllerini taşıyan rüzgar yüzüne çarptı. Belki de mucizeler, geçmişin yükünü taşıyanlara bir şans daha veriyordu.
