İnsanlar, milattan önceki zamanlarda afet ve yırtıcı hayvanlar gibi tehlikelerden korunmak binalara başvurmuştur. Fakat zaman geçtikçe binalar sadece ev olmaktan çıkmış; kütüphane, okul, kale gibi bir sürü farklı ihtiyaçları karşılayan yapılara dönmüştür. İnsanlar kendilerine bağlar bahçeler inşa etmiş, manzaralık alanlar oluşturmuştur. Bu bir zamanlar insanların bütün bir gününü geçirdiği binalar ve bahçeler onu kullanan toplumun yok olması gibi etkenlerden dolayı zamanla kullanılmamaya, çürümeye ve yıkılmaya mahkum bırakılmıştır. İnsanlar bu harap yapıları ya yaşatmaya çalışmıştır ya da hiç uğraşmayıp tükenmesini izlemiştir. Bu durum 16 Kasım 1945 yılında UNESCO’nun kurulmasıyla son bulmuştur. Görevlerinden biri bu yapıları ve alanları koruma altına almak olan UNESCO, kuruluşundan bu yana “Kültürel Miras” ilan ettiği alanları hep ayakta tutmaya çalışmıştır. Ülkeler de bu koruma alanlarını ayakta tutmak için canla başla mücadele etmektedir. Kültürel mirasları ayakta tutmaya çalışırken bu bölgenin turizmini de geliştirmek isteyen ülkeler, şu soruyla karşı karşıya kalmıştır: Kültürel mirasları korumak için turizmi teşvik
etmek mi yoksa kültürel mirasları koruma altına alarak halktan uzak tutmak mı daha etkili olur?
Ülkeler Kültürel mirasları en etkili ve karlı şekilde korumak için epey bir kafa yormuşlardır. Bazıları çözümü bu alanları erişime kapatmakta bulmuş, bazıları ise turizme son vermemişlerdir. Her iki yönteminde avantajları ve dezavantajları vardır. Örneğin turizme kapatmak kültürel mirasları korumak için çok etkili bir yöntemdir. Bu alanı sadece yetkililere emanet etmek alanı üst düzey bir koruma düzeyine çıkarır. Daha çok aşırı harap binalarda ve ya hassas koruma gerektiren bölgelerde kullanılan bu yöntemin dezavantajı bölgenin insanla olan bağını sıfıra indirerek adeta karantinaya sokmasıdır. Bölge hiçbir turistik aktiviteye katkıda bulunmaz, orada çakılı kalır. Turizme açmak ise bu bölgenin insanla olan bağını koparmaz, aksine geliştirmeye devam ettirir. Alan insanla iç içe olmuş bir hale gelir. Bu durum ise kötü niyetli ya da bazı sakar insanların bu eserlere zarar vermesiyle sonuçlanabilir. Kültürel mirasın zarar almasını önlemek için turizme son vermek gerekmez. Güvenlik şeritleri, kameralar, güvenlik görevlileri, caydırıcı cezalar, bilinçlendirme çalışmaları ve hatta lazerler gibi bir takım önlemler alınırsa bu bölge rahatça turizme açılabilir. Bölge turizme açıldıktan sonra sayılı alanlardan biri olduğu için akın akın ziyaretçi gelecektir. Bunun sonucunda ekonomiye sadece bir kaç önlem alınarak ülke ekonomisine büyük bir katkı sağlanmış olunur.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz ki kültürel mirasları korumak demek bu alanlara turizmi kesmek olmamalıdır. İnsanların haklarını ellerinden almak bu alanları korumak için bir çözüm değildir. Bazı kötü niyetli insanlar yüzünden masum, meraklı ve gezmek isteyen insanların hakları hiçe sayılmamalıdır yani kurunun yanında yaş yanmamalıdır. Bunun yerine halkı bilinçlendirme çalışmalarını artırarak ve birkaç önlem alarak turizmi de kültürel mirasımızı da ayakta tutabiliriz.

