Bir gün gökyüzünden mavi yerine yeşil yağmaya başladı ve her şey değişti. Her sabah kalkan güneşin kalkmasıyla başlayan bu gün, o güneşin batmasıyla bitmemişti. Mavi yeşile, yaşlar kana bürünmüştü. Mavi ile yeşilin adeta dans ettiği bu 24 saat (!) bu şekilde başlamıştı.
Gözlerimi açtım. Kulağıma bağıran alarmımı durdurup saate baktım. Saat 7.23, 9. alarmıma kalkmıştım. Normalden erken kalktığım için yolda kahvaltı yapmak yerine evde kendime küçük bir kahvaltı hazırlamaya karar verdim. Peynir, süt, ekmek alıp bir tabağa koydum; yanına da ılık süt aldım. Çayın tadını hiç sevmemiştim. Tatlı ve nostaljik kahvaltımı bitirdikten sonra üstümü giyindim ve evden çıktım. Dişimi fırçalamadım çünkü önceki gece fırçalarken klozete düşürmüştüm ve evde yedek diş fırçam yoktu. Garip yanıysa düşürdüğüm diş fırçasını klozette bulamamamdı, düştükten sonra yok olmuştu.
İşe hep yürüyerek giderdim, ama o gün ablamın bisikletini çalmaya karar verdim. Hava soğuktu ve hiç yürümek istemiyordum, ablam da zaten önceki gece eve dönmemişti. Yürüyerek 1 saat süren yol bisikletle sadece 20 dakika sürüyordu, genelde bisiklet sürmememin sebebi kendimi dengede tutmayı başaramamamdı. Diş fırçası da aynı sebepten klozetle buluşmuştu. Ama insan bazen yürümektense yüz üstü düşme riskini almayı tercih ediyor.
Yolda futbol oynayan küçük bir grupla karşılaştım. Farklı farklı yaşlara sahip 10 kadar çocuk bir köşede çizgi çizmiş oyun oynuyorlardı. Boş zamanım var diye düşünerek onlara katılmaya karar verdim, beni seve seve oyuna aldılar. Maçın ortasında karşı takımdaki en küçük çocukla yüz yüze geldik. Çocuklardan nefret etmediğim için ona biraz sahte saldırıp sonra onu geçirmeyi düşünüyordum. Ama çocuk bana baktığında geri zıpladığım mesafe o isteğimi fazlasıyla yerine getirmişti. Çocuğun yüzü yoktu, boş bir deri parçası bana bakmıştı. Çocuk koşup gol attı, sonra bana dönüp dil çıkardı. Evet, dilini çıkardı, çocuğun yüzü geri dönmüştü. Yanlış gördüğümü varsaydım ama daha fazla oynatamadım kendimi. Oradakilere teşekkür ederek maçtan ayrılmam gerektiğini söyledim. Bisikletime doğru yürümeye başladım.
Yüzüme bir damla yağmur yağdı. Bir damla daha. Yağmur hızlandı. Yolun karşısında ablamı gördüm, o da beni gördü. Elinde bir kutu vardı. Sağına soluna bakmadan bana doğru koşmaya başladı. Elime bir yağmur damlası düştü, yeşildi. “Keşke baksaydın!” dedim gülerek içimden, tam o sırada yandan tam hız bir araba gelip ona çarptı, yerler kana büründü.
Gözlerimi açtım. Kulağıma bağıran alarmımı durdurup saate baktım. Saat 7.23, 9. alarmıma kalkmıştım. 30 saniye kadar uykulu bir şekilde tavana baktım. Aniden olan her şey, gördüğüm her olay, duyduğum her ses bana geri dönmeye başladı. Yatağımdan zıpladım, hayvan sesleri çıkarırken telefonumu aradım ve ablamı aradım, açmadı. Elimi duvara öyle bir kuvvetle vurdum ki küçük bir yara açıldı. O yaranın acısıyla kendime geldim ve bana olanları anlamaya başladım. Saat 7.30’du ama tarih son gözlerimi açtığımla aynıydı. Bir şekilde olanları tekrar yaşamaya başlamıştım. Bunun gibi olayları konu alan onlarca film ve animasyon izlemiştim. Hemen dolabımda bulduğum ilk tişörtü ve pantolonu giydim ve evden çıktım. Eğer gördüklerim rüya değilse, ablam o saatte bir arabanın önüne koşup ölecekti. Ama sonra durup bir düşündüm. Ablam beni gördüğü için arabanın önüne koşmuştu, beni görmeseydi yoluna devam edip eve ulaşacaktı. Bu sonuca vardıktan sonra ablamla tekrar o saatte karşılaşmamaya karar verdim. Çocukları geçip direk işe düz bir çizgi çizdim ve yola çıktım.
Ablamın öldüğü yola 30 dk. erken ulaştım. Ne kan vardı ne de herhangi bir kaza kalıntısı. Sadece yağmurun şıpırtısı duyuluyordu. İçim biraz daha rahatladı ve yoluma devam ettim. 20 dakika sonra iş yerimin önündeki yola ulaştım. Yol kapalıydı, ofise ulaşmak için yanımdaki arka sokaktan geçmem gerekiyordum. Ofisimin inanılmaz ulaşılabilirliği sağ olsun civardaki tüm sokakları, ana ya da ara, ezberlemiştim. O yüzden yolumu biliyordum.
2 dakika labirent yolcuğunu sonunda tekrar geniş bir sokağa ulaşan ara sokağa vardım. Sadece sokağa ulaşmak için Asyalı din adamlarının her gün tırmandığı merdivenlerden birini tırmanmam gerekiyordu. Zorlu bir savaş sonunda tepeye ulaştım. Yorgunluktan olsa gerek etrafımdaki yağmur maviden yeşile bürünmüş, adeta renk değiştirmişti. Gözlüklerimi sildim ve karşıma baktım. Karşımda ablam vardı, yanında da tüm iş arkadaşlarım. “Sürpriz!” diye bağırıp gülmeye başladılar. Doğum günüm olduğunu tamamen unutmuştum. Ablam ve iş arkadaşlarım bana sürpriz yapmak için ana yolu kapatmışlardı. Ablam elinde bir kutuyla -büyük ihtimalle içinde pasta vardı- bana doğru koşmaya başladım. Yeşil karardı, ablamın ayağı takıldı ve bana doğru düştü. Arkamdaki merdivenlerin üzerine düşüp aşağı yuvarlandı, yerler kana büründü.
Gözlerimi açtım. Kulağıma bağıran alarmımı durdurup saate baktım. Saat 7.23, 9. alarmıma kalkmıştım. Aynı şey olmuştu, ablam yine gözümün önünde ölmüştü. İçinde olduğum durumu tamamen sindirmeye çalışırken aradan biraz zaman geçti. Evden ayrılmamaya karar verdim, böylece ablam da güvende olacaktı. Boş boş oturdum, tavana baktım. Evim o kadar eskiydi ki tavan köşesinden yağmur suyu akıtıyordu. Suyun damlayışını sayarak kendimi rahatlatmaya çalıştım. 1 mavi, 2 mavi, 3 mavi, 4 yeşil, 5 yeşil, yeşil? Su yine yeşile bürünmüştü, zeki bir insan değildim ama ben bile iki yapboz parçasını birleştirmeyi biliyordum. Tam o anda telefonum çaldı, görüntülü arama müziği çalıyordu. Telefonuma baktım, ablamın ismi yazıyordu. Bir süre korkuyla telefonuma baktıktan sonra açmaya karar verdim.
“Ya çocuk nerelerdesin, bu saatte işte olman gerekmiyor mu!?” diye beni azarlamaya başladı. Sebebini maalesef biliyordum, ama bunu onu korumak için yapıyordum. Tam telefonu ablamın yüzüne kapatacaktım ki bir ses duydum. Telefondan geliyordu, silah sesi gibiydi. Ablam beni önceden karşıladığı sokakta değildi. Ben iki bilgiyi birbirine bağlayamadan aynı ses tekrar duyuldu ve kamera görüntüsü önce sallanıp sonra siyah oldu. Ablam beni arama amacıyla iş yerimden uzaklaşmış, silahlı grupların olduğu bir sokağa rastlamıştı. Görüntü siyahtı, ama yerlerin kana büründüğünü biliyordum.
Gözlerimi açtım. Tekrar açtım. Bir daha açtım. Belki onlarca belki ondan da fazla defa açtım. Saat 7.23, 9. alarm. Ne yaparsam yapayım yeşil damlalardan kurtulamıyordum. Her tekrarımda damlaları gördüğüm saat, 7.23’e yaklaşıyordu. Ne yaparsam yapayım yerler kana bürünüyordu. İş yerine yaklaşırsam kazaya veya benzeri olaylara maruz kalıyor; uzaklaşırsam da ya yanlış sokağa giriyor ya da beni ararken bir nehre falan düşüyordu. Ablamı kurtaramıyordum, daha doğrusu o benden kurtulamıyordu. Yeşil damlalar 7.23’e ulaşınca ne olacağını bilmediğim için aklıma gelen her şeyi deniyordum. Ne denersem deneyeyim, başarısız olmuştum. Listemde son bir ihtimal kalmıştı.
Gözlerimi açtım. Kulağıma bağıran alarmımı durdurup saate baktım. Saat 7.23, 9. alarmıma kalkmıştım. Uyandığım gibi, üstümü dahi değiştirmeden evden çıkıp iş yerime doğru koşmaya başladım. Yeşil damlalar yarı yola ulaşmadan beni buldular. Ana sokağın yanından ara sokağa koştum ve labirentten geçip merdivenlere vardım. Ablam merdivenlerden aşağı bakma şansı bulmadan yukarı koştum. Ablamla göz göze geldik, 2. denememde yaşadıklarım geldi aklıma. Ablam tekrar bana doğru koşacak, kayacak ve merdivenlerden aşağı yuvarlanacaktı. Koşmaya başladı, sonra da kaydı. Ablam merdivenlerden düşemeden önüne atladım ve hareketini durdurdum. Bu hareket bana geçmişti ve ben bir ilk okul çocuğunun fırlattığı sağlıklı yemek gibi merdivenlere doğru uçuyordum. Eğer ablamı kurtaramayacaksam kendi canımı feda edebilirdim, listemdeki son ihtimal buydu.
Gözlerimi açtım. Alarm sesi yoktu. Kalktım, etrafa baktım, telefonumu aldım, saat ve tarihe baktım. Saat 7.22, tarih alıştığımdan tamamen farklıydı. Bu ne anlama geliyordu? Ablamı kurtarmış mıydım? Bu sorularla tavana bakarken gerçekler aklıma çöktü. Gördüklerimin hepsi bir rüyaydı. Ablamın her ölümü, kana bürünen her yer, akan her yaşım… aklımın yarattığı sahte bir varoluştan ibaretti. Gördüklerim gerçek değildi. Peki o zaman şimdi gördüklerimin gerçek olduğundan nasıl emin olabilirdim? Belki yarın, belki yarından da yakındı tekrar gözlerimi açacağım gün. Kapıdan bir ses geldi, kapı açıldı, ablam içeri girdi.
O günden sonra bir daha yeşil damlaları görmedim, onlar da beni görmediler. Ancak bu gördüğüm rüyayı (?) asla unutamadım, etkilerinden kurtulamadım. Geceleri yeşil damlaları görme korkusuyla uyuyamıyor, ara sokaklardan geçerken olmayan silah sesleri duyuyordum. Ne terapist ne de meditasyon kurtarabildi beni bu korkudan. O yaşadığım onlarca, yüzlerce gün; şu anki hayatımdan gerçek gelmeye başladı. Aklım yerindeydi ama beni dinlemiyordu; gözlerim bana yalan söylüyor, kulaklarım beni aldatıyordu. Masamın yanından bir şişe su aldım, odamdaki bitkilere doğru tuttum. Bu yeşil su, beni rahatlatıyordu. Bir zamanlar en sevdiğim insanın ölümünü sembolize eden bu renk, bana huzur vermeye başlamıştı. Çünkü gökyüzünden mavi yerine yeşil yağdığı günler bir amacım vardı. Şimdi ise gerçekte yaşadığım umuduyla hayata tutunuyordum.
