Saatin tik takları beynimde çınlayıp duruyordu. Yarış pistinde son düzlüğe girmiştim ve ayaklarım artık bana ait değilmiş gibi hissediyordum. Hızlanmalıydım. Herkes bağırıyordu, adımı yüksek sesle inletiyorlardı ama sesler birbirine karışıyor, uzak bir uğultuya dönüşüyordu.
“Saniyelerle yarışıyordum, bir mucize gerçekleşse dediğim o anda…” gözümün önünde her şey ağır çekimde dönmeye başladı. Ayakkabımın bağcığı çözülmüştü, nefesim çok düzensizdi ve önümdeki yarışmacı artık yalnızca bir adım ötemdeydi.Bunun ne kadar gerici bir duygu olduğunu dahi anlatamaz vaziyetteydim. İçimde yankılanan tek bir düşünce vardı: “Pes edemezsin.”
Bu yalnızca bir yarış değildi benim için. Bu, geçmişimle, yaşadığım tüm kayıplarla, zorluklarla, hayallerimle yaptığım bir hesaplaşmaydı. Bir an için gözümün önüne, babamın hastane yatağında bana uzattığı zayıf ve titreyen el geldi. “Ne olursa olsun, mücadele etmeyi bırakma,” demişti. O sözü yüreğime mühürlemiştim.Üç yıl olmuştu babamı kaybedeli. O günden sonra hayat benim için bambaşka bir hızda ve acıyla akmaya başlamıştı. Antrenmanlar, sınavlar, kaygılar… Ne zaman yorulsam, pes etmek istesem onun sesi yankılanıyordu içimde. Bugün, işte tam bugün, ona ve kendime verdiğim sözü tutma günüydü.
Adımlarım ağırlaşıyordu. Kaslarım yanıyor, ciğerlerim sanki ateşle doluyordu. Etrafımdaki dünya bulanıklaşmıştı. Tribünlerdeki kalabalığın yüzleri silikleşmiş, sadece sesler kalmıştı geriye ki ne kadarını ayırt edip duyabilirsem. Hakemin düdüğü, kalp atışlarımın ritmine karışıyordu.Önümdeki sporcu ile aramdaki mesafe kapanmak üzereydi ama ayakkabımın bağı çözük olduğu için her an yere kapanabilirdim. Aklımın bir köşesinde bir korku kemiriyordu: Ya tökezlersem? Ya son anda düşersem?Lakin tam o anda, içimde bir şey kıpırdadı. Sanki babam yanı başımdaydı, gözümün içine bakıyor ve sessizce, ümitle “Devam et!” diyordu. Bir adım daha attım, sonra bir adım daha… Bedenimden değil, kalbimden gelen bir güçle ilerliyordum artık.
Son birkaç metre kalmıştı. Rakibimi yanımda hissettim. Birbirimize bakmadan, birbirimizin nefesini duyarak savaşıyorduk. O çizgiye ilk ulaşan kazanacaktı.
Gözlerimi sıkıca kapatıp kendimi öne attım.Göğsüm çizgiye değdiği anda zaman yeniden hızlandı. Bir alkış tufanı koptu. Kulaklarım uğuldayarak doldu, gözlerim yaşla bulanıklaştı. Dizlerimin üzerine çöktüm.Bir süre öylece kalakaldım. Dünya sessizdi ve sadece kendi nefesimi duyuyordum. Sonra bir ses: “Başardın!” diye kulağıma fısıldadı.
Başımı kaldırdım. Tribünlerde annemi gördüm. Gözyaşları içinde bana el sallıyordu ve bana gurur ile bakıyordu. Elinde bir fotoğraf vardı; babamın fotoğrafı.
O an dünyadaki bütün zaferlerin, bütün ödüllerin bu anın yanında ne kadar küçük olduğunu anladım.Ayağa kalktım. Koşarak anneme doğru ilerledim. Sarıldık. Ağlıyorduk ikimiz de, ama bu gözyaşları acının değil, zaferin ve sevincin gözyaşlarıydı.
Mikrofonu elinde tutan spiker sahaya yaklaştı, bana doğru uzattı.
“Bu yarışı kime adamak istersin?” diye sordu.Titreyen ellerimle mikrofonu aldım.
“Babam için, ve hayallerinden vazgeçmeyen herkes için.”
Kalabalık alkışladı. Gözlerimi gökyüzüne kaldırdım. Bir bulutun arasından sızan güneş ışığı doğrudan üzerime düşüyordu sanki. O anda, gerçekten bir mucizenin içinde olduğumu hissettim.Çünkü mucizeler, beklediğimiz anda gelmiyordu. Mucizeler, biz en çok vazgeçmek üzereyken, içimizde bulduğumuz o son güçte saklıydı bizler için.
Saniyelerle yarışıyordum, evet ama o mucize, içimden gelen bir inançla birlikte gerçeğe dönüşmüştü.Ve artık biliyordum: Ne kadar karanlık olursa olsun, içinde umut taşıyan her kalp, bir gün mutlaka kendi mucizesini yaratır.
