Nereden Nereye

Uçuyorum! Altıma Karabük’ün güzel Safranbolu evleri, yerde karınca gibi dolaşan insanlar… Etrafıma bakındım, o rakımdan tüm şehir gözüküyordu. Etrafımı yemyeşil ormanlar kapatmış önümü göremiyorum. Doğanın güzelliğinde kaybolmuş olan ben önüme aniden çıkanı dağı göremedi ve tam çarpacakken… Uyandım.

Başımda bir göz yaşı getiren ağrı, kulaklarımda ise belli belirsiz bir çınlama ile kaçtım rüya aleminden. Etrafıma bakındım; karanlık, betondan bir odada buldum. Duvarları küf ile kaplanmış metalden bir masa yanlarında ise eski püskü iki sandalye. Odadaki rutubet kokusu fark edilmez değildi, “Başımı ağrıtan şey de büyük ihtimal buydu…” derken başımdan sıcak bir sıvının sızdığını hissettim. Ne olduğunu anlamaya çalışmak için ayağı kalktım, kuzeye bakan duvardan narin bir ışığın süzüldüğünü fark ettim, yaklaştım. Yüzüm ani bir soğuk hava dalgası çarptı, çarpan hava ağzımda tuz ve yosun tadını andıran bir hissiyat bıraktı. Gördüğüm tek şey ufka kadar uzanan gökyüzüydü. Ama ne gökyüzü! Turuncu, kırmızı, sarı, mor, mavi ve beyaz renklerinin bir senfoni oluşturarak güneş ışınlarının, renklerin oluşturduğu bu mükemmel serenata muazzam bir uyumla dans ediyordu. Gözüm ile tanıklık ettiğim en güzel şey olduğunu düşünürken aşağıdaki denizin de varlığını fark ettim. Tam masmaviye dalıp gidecekken kapıma sert bir yumrukla vuruldu ve anlaşılmaz birkaç laf edildi, merakım gittikçe arttı.Önümde 185-190 boylarında tamamen siyah üniforma giymiş bir adam çıktı. Kolunda kırmızı bir bant, yakasında “SS” yazmaktaydı. Kızgın kızgın bir şeyler geveledi ağzında, eliyle beni çağırdı.

Adamı bu betondan palasta takip ediyordum, adam sessizdi yanından geçen askerle selam verim tırsarak kaçıyorlardı adamdan, ben ise şaşkın şaşkın nerede olduğumu anlamaya çalışıyordum. Sessiz koridorlar arada sırada dalgaların binaya çarpması ve kuşların çığlıkları ile aydınlanıyordu. Beni bir odaya getirdi oda diğer odalara göre daha aydınlıktı ancak hiçbir şekilde pencere yoktu, kapısı daha ağır binanın tam olarak kalbinde yer alıyordu. Devasa kahverengi ve deri bir koltuk sırtı dönük bana bakıyordu. Sandalye döndü, şaşırdım. Önümde kısa biraz toplu göz altları kararmış zayıf bir adam duruyordu, adamın bir de Charlie Chaplin’i andıran bir bıyığı vardı. “Komedyen mi sanıyor kendisi acaba bu hal ne?” diye geçirdim içimden ayrıca inek yalamış gibi saçları vardı adamcağızın. Güdülmemek için kendimi zor tutuyordum. Beni buraya getiren siyah üniformalı adamla odanın içinde duran iki adam küçük ve komik adamı büyük bir korku ile selamlayıp çıktılar, selamlarken yine saçma sapan bir şeyler söylediler. Adamla odada iki başımıza kaldık. Adam hararetli hararetli bir şeyler anlatmaya başladı, anlamadım. Araya girip “Ne dediğinizi anlamıyorum.” demeye çalıştığımda terlemiş bıyıkları altındaki ağzını açıp bana yükselerek tek kelime bağırıp tekrar anlatmaya devam ediyordu. Bu ne zaman bitecek diye düşünürken masasının çekmecesinden gümüş renkli oyuncak bir silah çıkardı. Ben bunun artık bir televizyonda bir şaka programı olduğunu anlamıştım. Komedyen oyuncak silahını gergin bir şekilde ağzının içine soktu, son bir şeyler daha söyledi kızgın ve kırık bir sesle. Tam gülecektim ki adam tetiği çekti ve gözümün önünden kan, kemik ve beyinden oluşan bir bulut geçti. “Şaka programı değilmiş.” dedim içimden. Aniden odaya bir kaç daha asker girdi bunların kolunda bant yoktu ancak yine mavi gözlü beyaz adamlardı. Tam sevinmiştim ki “Sonunda anlayabileceğim adamlar geldi.” diye ancak yine garip kelimeler kullanmaya başlamışlardı. Adamlar bana dehşetle baktı sonra benim için tezahürat etmeye başladılar. Alkışlar, gözyaşları mutluluk çığlıkları hepsi benim içindi…

Beni binadan çıkarıyorlardı, tabi ki de omuzlarında çıkardılar beni. Sahilde bir devasa ordu beni alkışlayarak karşıladı. Omuzlarında beni atıp tutuyorlar beni sahile dayanmış orta boyuttaki gemilere götürdüler. Gözüme sahilin tabelası çarptı, “Normandie” , onun altında ise “Plage d’Omaha, Côte d’Or” yazmaktaydı. Beni amfibi araçlara bindirip büyük beyaz bir binaya götürdüler bu yolculuk en az 2 hafta sürmüştür. Evde beni cılız bir adam karşıladı bana bir şeyler dedi o zaman anladım Türkçe konuşmadıklarını anladım. Beni büyük bir odaya getirdiler arkada beni gemiye bindiren adamların kolundaki bayraktan ve yanında ise kartallı bir bayrak vardı. Beni tebrik edip nişanlar taktılar. Odaya aynı sırada zengin görünümlü iyi giyinmiş bir adam geldi o da tebrik etti, adamlar tanıdık gelmeye başladı. Aniden aydınlandım. Uyandığım yer Widerstandsnest 68¹ idi Almanya’nın D-Günü² çıkartmasında Amerikanlar’dan korunmak için en kullandığı en önemli kale idi. Komik bulduğum adam 3. Reich’ındaki Adolf Hitler’di, yanındakiler ise özel ordusunun askerleri. İçinden “Schutzstaffel³…” diye geçirdim. Hitler’in koruma ordusu… Elini sıktığım adam Amerika cumhurbaşkanı Franklin Delano Roosevelt idi, odaya giren kilolu adam ise Winston Churchill… 2. Dünya Savaş’ında Kuzey Fransa’da uyanmıştım. Bilgilerin uyuşmadığının farkına vardım. Hitler D-Günü çıkartması yaşanırken uyumaktaydı ve 13 Widerstandsnest’in hiçbirinde değildi. Ayrıca Kendi hayatını Normandiya içerisinde almamıştı bile.

Ani bir ışık ve ses bombardımanı uğradım. Yerde yatarken etrafımda yeşil üniformalı Amerikan askerleri iyi olup olmadığımı soruyorlardı. Kalktım etrafımdaki muhteşem yağmur ormanı manzarasına bakarken askerlerden birisi “Vietcong!” diyerek bağırdı ve kendini benimle birlikte yere attı. Artık Vietnam savaşının tam ortasında My Lai köyünde uyanmıştım. İçimden “Bakalım burada ne olacak.” dedim ve yanında savacak olduğum askerin bana uzattığı silahı aldım ve ormanın içine kaybolduk.

(Visited 15 times, 1 visits today)