“O” Gözlerle Bir Gün

Gözlerimi açtığımda kendimi 1933 yılının İstanbul’unda buluyorum. Hava serin ama güneşli, güneş yüzünü bize dönmüş, bize bakıyor sanki. Sabahın erken saatleri…Öyle erken ki sabahları sesinden geçilmeyen Ağustos böcekleri bile daha ötmüyor. Şehrin sokakları, Boğaz’ın üzerindeki hafif sisin altında yavaş yavaş hareketleniyor. İnsanlar günlük işlerine koyulurken ben ise kalbimdeki heyecanla Dolmabahçe Sarayı’na doğru ilerliyorum. Bugün beni bekleyen kişi, Cumhuriyetimizin kurucusu, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpıyor ve ona olan heyecanımdan kendimi alıkoyamıyorum.

Sarayın ihtişamlı kapısından içeri girerken tarihin içinde adım attığımı hissedebiliyorum. İçeride güzel  bir masa hazırlandığını görüyorum , sarayda Atam’a çok iyi baktıkları belliydi gerçekten de .Özenle çizilmiş porselen fincanlarda yudumladığım kahvemi bırakıp biraz etrafa bakınıyorum . Odanın büyük pencerelerinden Boğaz’ın masmavi denizi görünüyordu. Atatürk, her zamanki zarafetiyle, elinde kahvesini tutarak bana gülümsedi. “Günaydın, kahveni nasıl alırsın?” diye sorarak sohbete başladı. Onun sesini duymak bile beni fazlasıyla heyecanlandırmıştı.Hayatımda hiç yaşamadığım bir hissi yaşıyordum resmen.Kahvelerimizi içerken sohbete daldık. Bana gençlere olan güveninden, eğitimin ve bilimin bir milletin yükselmesindeki öneminden bahsetti. “Unutma,” diyor, “Bir milletin geleceği, iyi yetişmiş, sorgulayan ve üreten gençlerin elindedir.” Onun derin bakışlarından, ülkesine ve halkına duyduğu sonsuz sevgiyi görebiliyorum.

Kahvaltının ardından birlikte Boğaz kıyısında bir yürüyüşe çıkıyoruz. Martıların sesleri, dalgaların sahile vuran ritmi ve karşıdaki  konakların ihtişamlı yapıları  bu manzarayı büyüleyici kılıyor. Atatürk, İstanbul’un tarihinden, burada verilen mücadelelerden bahsediyor. “Bu şehir, tarihimizin aynasıdır,” diyor, gözlerini ufka dikip. “Onu korumak ve ileri taşımak hepimizin görevidir.”Sonra Yalova’daki köşküne gitmek için vapura biniyoruz. Denizden esen serin rüzgar yüzümü okşarken ona günümüz dünyasından, teknolojiden, ilerleyen bilimsel gelişmelerden bahsediyorum. Gözleri parlıyor. “İnsanlık her geçen gün daha ileriye gitmeli,” diyor. “Akıl ve bilimin ışığında hareket eden toplumlar, asla geride kalmaz.”.Biraz düşünüyorum ve günümüz dünyasını gözlerimin önünden geçiriyorum .Ona anlatmam gereken çok şey olduğunu biliyorum ama çok utanıyorum…Köşke vardığımızda, yemyeşil bahçede oturuyoruz. Masada kitaplar var; Atatürk, Fransız filozoflarından, Osmanlı tarihinden ve dünyadaki gelişmelerden bahsediyor. Onun bilgiye olan açlığı, hiç durmadan öğrenme isteği beni ona  hayran bırakıyor. Bense ona çağımızın yeni icatlarını, farklı fikirleri anlatıyorum. Düşüncelerimizi paylaşırken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz.

Akşam olduğunda sofraya geçiyoruz. Atatürk’ün yemek sohbetleri meşhurdur; masada bilim insanları, sanatçılar ve devlet adamları var. Hepimiz içten bir sohbetin içinde buluyoruz kendimizi. Konuşulan konular zihnimde bir iz bırakıyor.Gecenin ilerleyen saatlerinde Dolmabahçe Sarayı’na dönüyoruz.Gitmek vaktinin yaklaştığını fark edince içimde bir buruklukla gördüğüm ve hissettiğim her detayı aklıma kazımaya çalışıyorum. Atatürk bir an durup bana dönüyor: “Unutma,” diyor, “Türkiye Cumhuriyeti’ni ilelebet yaşatmak senin ve senin gibilerin ellerinde.” Gözlerim doluyor ve Türk benliğimi iliklerime kadar hissediyorum.

 

(Visited 9 times, 1 visits today)