Serin bir sonbahar gecesiydi. Ormanın derinliklerinde kamp ateşimin yavaşça tüten dumanı, gökyüzünde ağır ağır ilerleyen bulutların arasından birkaç saniyeliğine görünen ay ışığıyla hafifçe aydınlanıyordu. Köpeğim Atlas, ateşin yanında yarı uyanık bir şekilde kıvrılmış yatıyordu. Çevredeki sessizlik yalnızca uzaklardan gelen cırcır böceklerinin ince sesleriyle bozuluyordu. Günün yorgunluğunu üzerimden atmak için çadırıma girip uyku tulumuma uzandığımda her şey huzurlu görünüyordu. Yorucu bir yürüyüş yapmıştık ve tek isteğim biraz dinlenmekti.
Gözlerimi yavaşça kapatmıştım ki kulağıma hafif bir hışırtı geldi. Önce rüzgârdır diye düşündüm, ancak ses rüzgârın getirebileceğinden daha düzensiz, daha ağırdı. Birkaç saniye sonra Atlas’ın kulaklarını diktiğini fark ettim. Normalde en ufak seste uğuldamaya başlayan bir köpekti, ama şimdi sessizce dışarıyı izliyordu. Bu sessizlik beni daha çok tedirgin etti.
Bir süre sonra ses tekrar duyuldu. Bu kez sed daha yakındı. İçimde açıklayamadığım bir korku yükselirken elim titreyerek fenerimi aldım. Yavaşça çadırın fermuarını açtım ve dışarı adım attım. Orman zifiri karanlıktı; ateş çoktan sönmüş, sadece közler kalmıştı. Feneri etrafa tutarken göğsümde garip bir sıkışma hissettim ama çam ağaçları dışında bir şey görmedim. Etrafta kimsenin olmadığından emin olduktan sonra çadırıma geri döndüm ve uymak için gözlerimi kapattım. Gözlerimi kapatalı 5 dakika olmamıştı ki dışarıdan tekrar bir ses duydum. Gözlerimi açtığımda gördüklerime inanamadım, başka bir köpek ona saldırıyor olsa bile havlamak yerine sadece uğuldayan Atlas çadır hava alsın diye açık bıraktığım tel pencereden dışarı hırlıyordu. Atlas’ın hırladığı tarafa baktım ama çadırın içinden hiçbir şey görünmüyordu. Fenerimi elime alıp tekrardan dışarı çıkmak için çadırımın fermuarını açtım. Dışarı tam adım atacağımda Atlas dışarı çıkmamı engellemek için uzun kollumun kol lastiğini ısırıp beni içeri doğru çekmeye başladı. Atlas’tan kurtulup dışarı adımımı attım ve fenerimle etrafa bakmaya başladım. Atlas’ın havladığı yere doğru fenerimle bakıyordum ki birden fenerimin pili bitti. Bu sabah fenere pil taktığıma emindim yinede bu saate kadar fenerin pilinin bitmesi normladi, zaten çok eski bir pil taklıştım.
Ne olur ne olmaz diye yanıma aldığım yedek pilleri almak için çadıra doğru ilerlemeye başladım ama tam içeri gireceğimde gözüme bir şey takıldı. Çadırın içine girip yedek pilleri alıp fenerime taktım ve tekrardan dışarı çıktım. Gözüme daha önceden bir şeyin takıldığı yere doğru fenerimi tutup oraya doğru ilerlemeye başladım, Atlas da beni yalnız bırakmamak için kuyruğu bacaklarının arasında peşime düştü. Biz ağaçların arasında yürüdükçe kalbim çok hızlı atıyordu, Atlas da ilerledikçe daha da korkuyor gibi gözüküyordu.
Biz biraz daha ağaçların arasında ilerlemiştik ki Atlas birden bir yere doğru havlayıp tekrar çadıra kaçtı. Onun kaçmadan önce baktığı yere baktım ve dona kaldım. Karanlık ağaçların arasından devasa bir siluet, benden en az üç kat uzun bir gölge bana doğru süzülüyordu. Gözleri insanın içine işleyen solgun bir ışıkla parlıyordu. Nefesim kesildi.
Ani bir refleksle bende Atlasın peşinden koşmaya başladım . Ayaklarımın altındaki dallar kırılıyor, kalbim göğsümde çarpmaktan neredeyse canımı acıtıyordu. Canavarın adımlarını duyuyor, ensemde hissettiğim sıcak nefesine benzer bir uğultuyu işitiyordum. Koştum, koştum… Ama orman sanki sonsuzdu. Peşimizdeki karanlık varlık ne yaklaşıyor ne de uzaklaşıyor gibiydi.
Koştukça orman daha karanlık ve daha sık bir hâl alıyordu. Geri dönüp bakmaya cesaret edemedim; bakarsam olduğum yerde donup kalacağımı hissediyordum. Tek düşündüğüm, çadıra ulaşmaktı. Atlas’ın uzaklardan gelen patik sesleri bana yön gösteriyordu.
Çadırın soluk siluetini gördüğüm anda içimde hafif bir rahatlama oldu, fakat bacaklarım artık titremeye başlamıştı. Birkaç adım daha attım ama tam girişe yaklaşmışken ayağım bir köke takıldı. Dengemi kaybedip sert bir şekilde yere kapaklandım. Toprağın soğukluğu yüzüme vurduğunda nefesim kesildi.
Arkamdan bir adım daha duyuldu…
Ve o an her şey karardı.
Derin bir nefesle uyandım. Çadırın içinde, sabah güneşi dışarıdan hafifçe süzülüyordu. Atlas huzurla yanımda uyuyordu. Ellerim titriyordu. Rüya ile gerçek arasındaki çizgi bir anlığına o kadar bulanıklaşmıştı ki… Neyse ki sadece bir kabus gördüğümü anlamam birkaç saniye sürdü.
Ama yine de, rüzgârın ağaçları sallayan o uğultusu kulağımdan uzun süre gitmedi.
