Özgürlüğün İki Yüzü

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte uyanan bir insan düşünün; nefes alıyor, düşünüyor, seçimler yapıyor. Ama gerçekten özgür mü? Yoksa özgürlük dediğimiz şey yalnızca bir yanılsama mı? Tarih boyunca filozoflar, insanın özgür olup olmadığı sorusu etrafında tartışmışlardır. Jean-Jacques Rousseau, “İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur.” derken, özgürlüğün toplum tarafından kuşatıldığını savunur. Nietzsche ise “Özgürlük, insanın kendine karşı sorumluluk alabilmesidir.” diyerek, özgürlüğü dışsal değil, içsel bir erdem olarak görür.

Rousseau’ya göre insan, doğa hâlinde saf, içgüdüleriyle barışık ve zincirlerinden uzaktır. Ancak toplum, mülkiyet kavramını ve otoriteyi doğurur; böylece insan başkalarının kurallarına boyun eğer. Bu açıdan Rousseau’nun sözü, modern toplumun bireyi kalıplara sokan yapısına bir eleştiri gibidir. Gerçekten de bugünün insanı, görünürde özgür olsa da sosyal normlar, yasalar ve ekonomik zorunluluklar içinde yaşamaktadır.

Nietzsche ise özgürlüğü bir başkaldırı olarak değil, kendini aşma cesareti olarak tanımlar. Ona göre insanın zinciri dışarıda değil, kendi içindedir. Korkular, alışkanlıklar, toplumun dayattığı değerler… Nietzsche’nin “üstinsan” anlayışı da buradan doğar: özgür insan, kendi değerlerini yaratabilen, kendi iradesini yöneten insandır.

Bana göre iki düşünür de özgürlüğün farklı yüzlerini anlatır; fakat Nietzsche’nin görüşü daha derin ve bireyseldir. Çünkü insan, her koşulda dışsal baskılardan kaçamaz; fakat kendine karşı dürüst olup kendi sorumluluğunu taşıyabilir. Özgürlük, zincirlerden kaçmak değil, zincirlerle birlikte yürümeyi öğrenmektir. Tıpkı Sartre’ın dediği gibi, “İnsan özgürlüğe mahkûmdur” yani özgürlük, kaçamayacağımız bir yükümlülük, kendimizi yaratma zorunluluğudur.

(Visited 3 times, 1 visits today)