Uyandığımda yüzümde tuzlu suyu hissederek derhal ellerimin üzerinde ayağa kalkmaya çalıştım. Zihnimde en son uçağın denize düşüşü, uçağın içinden yüzerek denizin yüzeyine çıkışım ve karşımdaki kara parçasına doğru yüzüşüm vardı ama şu an bunları düşünmek yerine nerede olduğumu bulmak zorundaydım.
Uyandığım koy yaklaşık bir buçuk kilometre enindeydi ve arkamda uçsuz bucaksız bir orman duruyordu. Acaba beyaz kumlarla çevrili bu kumsalda birilerinin beni kurtarmasını mı beklemeliydim, yoksa ormana dalıp herhangi bir yaşam olup olmadığını mı kontrol etmeliydim? Bu arada çok da susamıştım.
Ağaçlara yaklaştığımda bunların klasik Hindistan cevizi ağaçları olduğunu ve birçok Hindistan cevizinin yerde olduğunu fark ettim. Hemen yerden bir tane alıp açmaya çalıştım fakat başaramadım. Ormanın içine girdiğimde kuşların sesleri kulağıma fısıldadı. Ağaçlar kıyı boyunca seyrek ve rüzgârlardan aşınmıştı; ileriye doğru gittiğimde ise sıklaşmaktaydı. Ağaçların dikenli kısımlarına dikkat ederek ve bir yandan yiyecek, bir yandan su bulmak için ilerlemeye devam ettim. Sonra bir ağacın alt kısmında çok iyi tanıdığımı düşündüğüm bir bitkiye rastladım. Evet, bu yabani patatesti. Yıllarca kızartmasından yemeğine bayıldığım patates yine beni kurtaracaktı. Topladıklarımı kıyafetimden yaptığım torbanın içine atıp ilerlemeye devam ettim.
Derken yüksek bir yerden aşağıya dökülen suyun sesini tanıdım ve o yöne doğru adımlarımı sıklaştırdım. Her adımda susuzluktan patlayacak boğazıma rağmen durmadım ve nihayet o karşımdaydı: küçük bir şelale ve ormanın içinde oluşmuş bir göl. Hiç durmadan içine atlayıp kana kana su içtim. Bu arada gölün çevresinde badem ağaçları gördüm. Bir yaban domuzu su içmeye gölün yanına yaklaştı, derken onu bir kertenkele izledi.
“Adadaki ilk günüm için yeterli.” dedim kendi kendime. Daha barınak, ateş… Çok iş vardı.
