Dışarıdan gelen sesle irkildim. Pencereye doğru koştum. O ana kadar odamda yalnızca rüzgârın duvarlara çarpan uğultusu vardı, ama bu ses bambaşkaydı. Sanki biri bahçenin ortasında metal bir eşyayı yere fırlatmıştı. Perdeyi hızla araladım, ancak dışarıda beklediğim gibi bir insan ya da hayvan göremedim. Sadece ay ışığının aydınlattığı, hafifçe sallanan ağaç dalları vardı.
Yine de içimde bir huzursuzluk kabarmaya başladı. Böyle gecelerde hayal gücüm fazla çalışırdı ama bu kez duyduğum ses hayal edilemeyecek kadar gerçekti. Bir süre daha camın önünde bekledim, gözlerim karanlığa alıştıkça bahçenin köşesindeki eski kulübenin kapısının aralık olduğunu fark ettim. Sabah kapalıydı, eminim. İçimde bir ürperti yükseldi.
Birkaç dakikalık tereddütten sonra dayanamadım ve aşağı inmeye karar verdim. Ev sessizdi; ailem çoktan uykuya dalmıştı. Merdivenlerden inerken basamakların gıcırtısı ortamı daha da tedirgin edici hâle getiriyordu. Ayakkabılarımı giymeden kapıyı açtım, soğuk hava yüzüme çarptı. Bahçeye adımımı attığımda rüzgâr hafifledi ve etrafı bir sessizlik kapladı. Bu sessizlik, az önce duyduğum şiddetli sese hiç benzemiyordu.
Yavaşça kulübeye doğru yürüdüm. Ayaklarımın altında kırılan kuru yapraklar sanki tüm mahalleye duyuluyormuş gibi hissettiriyordu. Kapının aralığından içeri baktım. İçerisi karanlıktı ama bir şeylerin yerinden oynatıldığı belli oluyordu. Rafların üzerindeki kutular yere düşmüş, eski bir fener devrilmişti.
“Kim var orada?” diye fısıldadım ama sesim bile utangaç çıkmıştı. Cevap gelmedi. Bir adım daha atınca kulübenin içinden hafif bir hışırtı duydum. Kalbim hızla çarpmaya başladı. Belki bir hayvandır diye düşünerek kendimi rahatlatmaya çalıştım, ama yine de geri çekilmek üzereydim ki bir gölge duvara yansıdı.
Donup kaldım.
Bir insan gölgesine benziyordu. Dahası, yavaşça hareket ediyordu. Birkaç saniye boyunca nefes bile alamadım. Sonra gölge, kulübenin diğer ucuna doğru kaydı. Cesaretimi toplayıp kapıyı biraz daha araladım ve içeri girdim. Toz kokusu boğazımı yakarken, elimle duvardaki anahtarı aradım. Elektrik gelmiyor gibiydi. Tam dönüp kaçmayı düşündüğüm anda, karşımda bir çift göz belirdi.
Fakat düşündüğüm gibi parlak, korkunç gözler değildi. Küçük, ürkmüş ve çaresizce bakan iki göz… Ardından gözlerin sahibi ortaya çıktı: Ufak, zayıf bir çocuk. Üzerinde yanlışlıkla içine girilmiş gibi duran bir mont, saçları darmadağınık.
Şaşkınlıkla, “Sen… kimsin? Burada ne yapıyorsun?” dedim.
Çocuk bir adım geri çekildi. Titriyordu. “Üşüdüm,” diyebildi sadece. “Kaçacak yerim yoktu.”
O an kalbimdeki korku yavaşça eridi. Yerini acıma duygusu aldı. Eğilip sesimi yumuşattım. “Korkma. Kimse sana zarar vermeyecek. Neden dışarıdasın bu saatte?”
Çocuk gözlerini kaçırdı. “Evden kaçtım… Babam çok kızgın. Geri dönmek istemedim.”
Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Haberlerde duyduğum o ürkütücü hikâyeler aklıma geldi. Belki de bu çocuk gerçekten zor bir durumdaydı. İçeride üşüdüğünü fark ettim; elleri morarmış gibiydi. “Hadi,” dedim yavaşça. “Gel içeri gidelim. Sıcak bir şeyler içersin. Yarın istersen annenle konuşuruz.”
Çocuk kararsız bir şekilde bana baktı ama sonunda başını salladı. Kulübeden çıktık ve eve doğru yürüdük. Ay ışığı bahçeye düşerken çocuğun yüzünde ilk kez hafif bir rahatlama gördüm. Sanki en azından bu gece için güvende olduğunu hissediyordu.
Kapıyı açıp içeri girdik. İçimde hâlâ yaşadığım şaşkınlığın etkisi vardı ama artık korku yerini başka bir duyguya bırakmıştı: Bir insanın bir başkasına ihtiyacı olduğunda orada olmanın verdiği o sessiz güç…
Ve o gece, dışarıdan gelen o tek ses beni sadece korkutmakla kalmamış, birinin hayatında küçük de olsa bir değişiklik yapmam için beni harekete geçirmişti.
