Cennet Kuşu

Sessizlikle Konuşanlar

Okuldan dönüşte yağmurun bıraktığı çamur kokusu hâlâ havadaydı. Gri bulutların altında yavaşça yürürken, sokağın köşesinde terk edilmiş gibi duran bir şey dikkatimi çekti: paslanmış, kapısı açık bir kuş kafesi. Telleri eğilmişti, içindeki yemlik hâlâ yarı doluydu. Zeminde birkaç kahverengi tüy vardı, zamanında orada yaşayan kuşun izleri.

Nedenini bilmeden yaklaştım. Sanki biri kafese fısıldıyor, ama sesini sadece ben duyabiliyordum. Eğildim, elimi uzattım. Tellerin soğukluğu parmaklarıma geçtiği anda içimde bir ürperti belirdi. Aniden, nedensizce, onu eve götürmeye karar verdim.

Odamda masanın kenarına yerleştirdiğimde bile gözüm ondan ayrılmadı. Garip bir şekilde canlı duruyordu, sanki her an içinden bir kuş çıkabilirdi. O gece, herkes uyuduktan sonra, kafes aniden parladı. Gerçekten—minik, solgun sarı bir ışık sardı tellerini. Gözlerimin önünde bir serçe belirdi.

Ama en tuhafı bu değildi.
Konuşuyordu.
“Bir günlüğüne bizimle konuşabileceksin,” dedi. “Bu yetenek insanlara çok nadiren verilir.”

Şaşkınlıkla geriye çekildim. Konuşan bir kuş! Ama sesinde öyle bir bilgelik vardı ki korkmaktan çok merak ettim. Yatağımdan kalktım, pencereyi açtım. Dışarıdaki dünya farklıydı artık. Her şey—her canlı—sanki beni bekliyordu.

Bahçeye çıktım. Çimenlerin üzerindeki karıncalar kendi aralarında konuşuyor, izledikleri yolu tarif ediyordu.
“Sağa dön, burası daha güvenli,” diyordu biri.
Kedimiz Pati çitin üstünden atlarken bana döndü:
“Nihayet sustun da bizi duyabiliyorsun. Sesiniz çok, ama anlamınız az.”

İlk defa hayvanların sadece yaşayan varlıklar değil, aynı zamanda birer anlatıcı olduklarını fark ettim. Her biri başka bir dünya gibiydi. Serçeler ağaç dallarını bölüşürken birbirlerine minik şakalar yapıyor, köpekler çocukların gülüşlerinden hangisinin ‘temiz’ olduğunu tartışıyordu. Martılar, rüzgarın yönüne göre balıkların nerede toplandığını söylüyordu.

Eski okul binasının çatısında bir karga oturuyordu. Adı Kral’dı. Gagası hafif çatlamıştı ama gözleri inanılmaz parlaktı.
“Siz insanlar yükseğe çıkmayı başarı sanıyorsunuz,” dedi. “Ama biz, yukarıdan baktığımızda neyin aslında yere ait olduğunu da görüyoruz.”

O akşam ormana kadar yürüdüm. Hava kararmaya başlamıştı. Ağaçların arasında bir tilki belirdi. Gözleri neredeyse insan gözleri gibiydi—yorgun ama derin.
“İnsanlar çok şey bilir,” dedi. “Ama neyi bilmemeleri gerektiğini bilmezler.”

Uzun süre konuştuk. Aslında konuştuk demek yanlış, ben sadece dinledim. İlk defa kelimelerin içinde değil, sessizlikte bir anlam buluyordum. Hayvanlar bana, doğaya karşı körleştiğimizi, sessizliğin de bir dili olduğunu öğretiyordu.

Gece yarısı, kafesin yanına döndüğümde serçe hâlâ oradaydı.
“Zaman dolmak üzere,” dedi. “Ama bir seçim hakkın var: Eğer istersen bizim dilimizi sonsuza dek duyabileceksin. Ama kendi sesini kaybedeceksin. Artık asla konuşamayacaksın.”

Uzun süre düşündüm. Bu, büyülü bir dünyanın kapısını açık bırakmak demekti. Her gün hayvanlarla konuşmak, doğayı gerçekten anlamak. Ama sesimi kaybetmek… Ailemle, arkadaşlarımla, hatta kendimle olan bağımı kaybetmek demekti.

Sonunda başımı salladım.
“Hayır,” dedim fısıltıyla. “Ama teşekkür ederim. Artık nasıl dinleyeceğimi biliyorum.”

Serçe gözlerini kırptı.
“Ve bu, konuşmaktan daha değerli bir yetenek,” dedi. Sonra ışık gibi kayboldu.

Sabah uyandığımda kafes hâlâ oradaydı, ama sıradan görünüyordu. Her şey normal gibiydi.

Ama sokakta yürürken, bir kedi bana uzun uzun baktı. Sanki göz kırptı. Gökyüzündeki martılar öterken içimde anlamlı bir melodi yankılandı.

Ben artık konuşamıyordum. Ama evet—duyuyordum.

(Visited 16 times, 1 visits today)